5/08/2009
Harp, Büyük Devletler, Çanakkale Muharebeleri
Son onbeş, yirmi yıl içinde özellikle A.B.D. ve İngiltere’de Sosyobiliyoji adı altında yeni bir ilim dalı pek revaçtadır. Bu ilim dalı (Sosyobiyoloji) sosyal davranışların biyolojik temellerini araştırmakta, yani sosyal davranışları biyolojik temeller üzerine oturtmaya çalışmaktadır.
Mücadele, kavga, harp de sosyal bir davranış türü olduğuna göre pek çok ilim adamı aynı türler içindeki ve farklı türler arasındaki kavganın ve mücadelenin biyolojik temelleri üzerinde araştırmalar yapmışlardır. Neticede kavganın, mücadelenin ve bu çerçevede saldırganlığın, savunmanın özellikle omurgalı canlıların hayatını düzenleyen-hayatına yön veren belli başlı unsurlardan biri olduğu şeklinde genel bir kanaate varılmıştır. Zaten hayatın mücadeleden ibaret olduğu da bilinen bir gerçektir.
Bu açıdan bakıldığında saldırganlık, coğrafî bir mevki (toprak, mekan, barınak, ev vs.) kazanmak ve cazip bir sosyal hiyerarşik pozisyon elde etme arzusunun sosyal tezahürüdür. Savunma ise elde edilmiş bulunan coğrafî mevkiinin ve sosyal pozisyonun muhafaza edilmesi ve daha da güçlendirilmesi hedefine dönük bir sosyal davranış türüdür. Zira insan olsun, hayvan olsun elinde bulundurduğu ve yeniden elde edeceği coğrafî ve sosyal mevkii sayesinde diğer veya kendi türlerine göre imtiyazlı hale gelirler. Bu imtiyazlardan istifade edenler, hayatta pek çok hususta özel kolaylıklara sahip olurlar. Bu imtiyazlar ve kolaylıklar onların yaşama imkanını ve mutluluk şansını daha da artırır. Bu çerçevede saldırganlığın-savunmanın (kavganın) biyolojik yani genetik bir temeli olduğu muhakkaktır. Zira hayatın her anında insan ve hayvan topluluklarında genellikle şu veya bu şekilde kavga (saldırganlık-savunma) görülmektedir. Bunun bir açıklaması olması gerekir. Bunun açıklamasını biyolojik temellere kadar götüren araştırmalar mevcuttur.
Kavga derken mutlaka savaşla (ölümle) neticelenen bir davranışı kastetmiyoruz. Bağırmak, kaş çatmak, korkutma, bazı güç gösterileri gibi hareketler kavganın bir başka yoludur. Öldürme (savaş) gayesi her zaman yoktur. Taraflardan biri mağlubiyeti kabul edebilir, galip onun hayatını bağışlayabilir. Bazen kaçmak, boyun eğmek de ilerdeki başarının ve yaşama şansını sürdürmenin bir aracıdır, özellikle insanlar, milletler arasında mücadele ve kavga bu tür davranışlarla yumuşatılmıştır.
Savaş en son müracaat edilen yöntemdir. Savaşta karşılıklı mukabele stratejisi esastır. Buna göre evvela kuvvet gösterisi taktiği, sonra bir tarafın şiddeti giderek artan tedrici saldırıcı taktiği, öbür tarafın ise şiddeti-direnci gittikçe artan tedrici reaksiyon-savunma taktiği uygulanır. Kısaca “şahin” taraf düşmanını Öl-dürünceye veya boyun eğdirinceye kadar saldırır, “güvercin” taraf savunur, geri çekilir, kaçabilir.
Vatan (toprak-coğrafya, mekan) mücadelesinde, kavgasında ev sahibi taraf genellikle “şahin”dir. Meşru hakkını koruyan toprak sahibi-ev sahibi, düşmanı kovar. Başkasının vatanına-toprağına saldıran şahin gibi görünse de esasen güvercin rolündedir; genellikle kavgayı terk eder. Fakat saldırganın bazen gücü araya girerse tabii mücadele-kavga kurallarını bozar. Tabiî ve eşit şartlar altındaki kavga-mücadele-seleksiyon kavgacılar lehine, korkaklar aleyhinedir. Teknik ve teknolojik donanımla bu denge bazen bozulabilir. İşten insanlar-milletler aklını kullanarak teknik ve teknolojiyi kullanarak kavgayı kendi lehine sonuçlandırmaya çalışırlar.
Fakat yanlış bir anlaşılmaya meydan vermemek için, hayatın esası barış ve sükûnettir. Kavganın istisna! bir davranış tarzı olduğunu belirtmekte fayda olduğu kanaatindeyiz.
Bu girişten sonra I. Dünya Savaşı’na ve onun bir parçası olan Çanakkale Muharebeleri’ne baktığımızda şu değerlendirmeyi yapmak mümkün görünmektedir.
İstisnaî de olsa kavga (saldırganlık-savunma) biyolojik temellere dayalı bir davranış türü olduğuna göre insanlığın, insan hayatının önemli bir parçasıdır, insanlığın laboratuarı olan tarih de bunun böyle olduğunu bize göstermektedir.
Dünyamız insanların, kavimlerin, milletlerin mücadele sahnesidir. Bu mücadelenin son halkası kavgadır, savaştır. Yer yüzündeki her millet bu kavganın içindedir. Fakat esas mücadele, büyük milletlerin arasında verilmektedir. Büyük milletler derken şunu anlıyoruz: Dünya hakimiyetine oynayan, dünya hakimiyetinde, medeniyetinde, kültüründe iddiası olan, bunu tarihte ispat etmiş olan milletleri kastediyoruz. Büyük millet olmanın ise objektif (somut) şartlan vardır. Coğrafya, nüfus, millî kültür gibi üç temel unsur milletlerin büyüklüğünün, potansiyelinin ölçüsüdür, llim-teknoloji, zenginlik ise milletleri güçlü yapan iki ana faktördür.
Tarihe, dünya siyasetine hem “büyük” (nüfus, coğrafya, millî kültür) hem de “güçlü” (ilim, teknoloji-zenginlik) olan milletler yön vermiş dünya bunlar arasında paylaşılmış, medeniyetleri, kültürleri bunlar etkilemiştir. Buna göre bir sınıflandırma yaptığımızda dünyada altı büyük millet vardır. Bunlar: Anglo-Sakson dünyasında İngilizler (İngiltere, A.B.D, Avustralya, Yeni Zelanda, Kanada vs.) Germen dünyasındaki Almanlar (Almanya, Avusturya vs.), Slav dünyasındaki Ruslar (Rusya, Polonya, Bulgaristan, Sırbistan, Karadağ vs.), Çin dünyasındaki Çinliler, Arap dünyasındaki Araplar (Suriye, Irak, Mısır, Ürdün, Libya, Fas, Tunus, Cezayir, Suudi Arabistan, Yemen, Sudan vs.), Türk dünyasındaki Türkler (Türkiye, Azerbaycan, Kazakistan, Türkmenistan, Kırgızistan, Özbekistan, Kuzey Kıbrıs vs.), Latin dünyasında Fransızlar, İtalyanlar vs. vardır.
Bu büyük kavimler arasında ilim-teknolojiyi ve zenginliği yakalayan milletler, büyük güçleri temsil etmişlerdir. Ancak ilim, teknoloji-zenginlik gibi iki temel güç unsurunu, ebediyen elde tutmak, hiç bir millete nasip olmamıştır: Bu unsurlar gelip-geçici olmuştur. Bazı çağda, bu iki unsur bir veya birkaç milletin elinde iken, öbür çağda, başkalarının eline geçebilmiştir. XV. ve XVI. yüzyıllarda bu güç Türkler’in elindedir. Bu bakımdan, daima büyük millet olan Türkler aynı zamanda da büyük güçtüler. Sonra bu gücü kaybetmişlerdir. Arkasından bu gücü İngilizler yani Anglo-Saksonlar, Germenler, Slavlar, Latinler ele geçirmişlerdir. Son birkaç yüzyıl içinde, güç-kuvvet bunların elindedir. Bu yüzden bunlara Düvel-i Muazzama (Büyük Devletler) denmiştir. Bunların dışında nicelik ve nitelik yönünden orta ve küçük çapta pek çok devlet vardır. Ancak bunların dünya siyasetinde, hakimiyetinde iddiaları yoktur. Bunlar şahin, kartal, aslan rolünden ziyade serçe, karga, akbaba, tilki, çakal ve papağan rolüne talip görünürler. Bununla beraber her biri kendi çapında saygı duyulacak birer kültürel varlıktırlar.
XX. yüzyıl başlarında dünya siyasetine baktığımızda manzara şudur: Büyük milletler ve büyük güçler kendi aralarında dünyayı paylaşma yansına girmişlerdir. Bu yarışta, sahnede Latin, Anglo-Sakson, Germen, Slav dünyası sıradadır, önce kendi aralarında, kavmî-ırkî rekabet, sonra Ortodoks, Katolik, Protestan, Anglikan gibi mezhebi rekabet vardır. Ayrıca dinî alanda Müslüman-Hıristiyan rekabeti-mücadelesi de söz konusudur. İslam dünyasında da, Türk-Arap bir blokta gibi görünse de, temelde kendi aralarında, Türk-Arap-Fars çelişkisi de söz konusudur. Kısaca her din, her mezhep, her millet veya her devlet kendi prestijini, kendi ekonomik, siyasî, stratejik menfaatini artırma ve dünyada daha iyi coğrafî ve sosyal mevkiî elde etmek peşinde olduğu bilinen bir gerçektir.
Ancak burada şunu hatırlatmakta şüphesiz fayda vardır: Bu rakip devlet ve milletler içinde Germenler, Anglo-Saksonlar, Latinler, Slavlar büyük millet-devlet oldukları halde Osmanlı Devleti (Türkler) sadece büyük millet olup, büyük güç olma özelliğini yitirmişti. Halbuki Türkler aynı zamanda İslam dünyasının temsilcisi durumundaydılar.
İşte I. Dünya Savaşı büyük devletler, kavimler veya büyük güçler arasında bir hesaplaşmadır. Bu savaşta hem Hıristiyan dünyasındaki güçler, hem Hıristiyan-Müslüman dünyası, hem de Türkler-Araplar kendi aralarında hesaplaşma mücadelesine girişmişlerdi. Her biri dünyadan fazla pay alma, hakimiyetini artırma, üstünlüğünü kabul ettirme peşindeydi.
Neticede savaşa tutuştular. Böylece I. Dünya Savaşı patlak verdi. Bu savaşın öncekilerden önemli dört farkı vardı;
1 - Tahmin edilenden daha fazla, yani dört yıl sürdü. Dolayısıyla stratejik bir yıpratma savaşına dönüştü.
2 - Coğrafî bakımdan çok geniş bir sahaya yayıldı.
3 - İştirak eden insan sayısının çokluğu bakımından önceki savaşlardan farklıydı.
4 - Zamanla topyekûn harp halini aldı.
İşte Çanakkale Muharebeleri böyle büyük bir savaşın önemli bir safhasıdır. Çanakkale’de Anglo-Sakson dünyasının temsilcisi İngiltere, Latin dünyasının temsilcisi Fransa, aynı zamanda da Hıristiyan dünyasının temsilcileri olarak Çanakkale’de idiler. Karşılarında hem Türk dünyasının, hem de İslam dünyasının temsilcisi Osmanlı imparatorluğu, yani Türkler vardı.
Fransa ve İngiltere büyük güç ve büyük millet olarak dünya hakimiyeti için Türklere, yani İslâm dünyasının önderi Osmanlı’ya saldırıyordu. Hedefleri ne idi? Ne için savaşıyorlardı? Görülen hedefi ve menfaati dünya hakimiyeti idi. Ancak Çanakkale’deki askerleri ne için savaştıklarının farkında değildiler.
Türkler ne için savaşıyorlardı? Meşru haklarını savunmak için, vatanlarını müdafaa için, canlarını, mallarım, namus ve şereflerini muhafaza etmek için savaşıyorlardı. Türkler bu bakımdan “şahin” olmak durumunda idi; oldular da düşmanı kovuncaya kadar dayandılar. Bu dayanma - savunma, darbe vurma davranışı Türklerin genetik yapılarının gereğidir. Türkleri, “ordu millet” yapan sebep, onların biyolojik yapılarından kaynaklanmaktadır.
Türklerin meşru, biyolojik, manevî üstünlükleri, Fransız ve İngilizlerin teknolojik-maddî üstünlükleri vardı. İşte Çanakkale’de çarpışan unsurlar bunlardı. Neticede Çanakkale’de meşru hak, biyolojik özellik, manevî üstünlük, maddî gücü yenmiş, haksız saldırıyı durdurmuştur.
Bu savaşların dünya tarihi-siyaseti açısından önemine gelince;
1 - Türkler’in dünya hakimiyetinde hâlâ var olduğunu ve büyük millet rolünü oynamaya devam ettiğini göstermiştir.
2 - İslâm dünyasını Türkler’in temsil ettiğini ve İslam’ın üstünlüğünü ispat etmişlerdir.
3 - Anadolu ve Trakya’nın, Türkler’in vatanı olduğunu dünyaya kabul ettirmiştir. İstiklâl Harbi’nin kazanılmasında bu inancın önemli rolü olmuştur.
4 - Millet - Devlet - Coğrafya arasındaki sıkı ittifakın savaştaki önemini ortaya koymuştur.
5 - Arapların Türklere karşı tutumuyla İslam dünyasında meydana gelen önemli çatlağı sergilemiştir.
6 - Emperyalist Hıristiyan güçlerin, gerektiğinde mağlup edilebileceğinin göstergesi olmuştur.
7 - Rusya’daki komünist ihtilâlin çıkışını kolaylaştırmakla, Hıristiyan Slav dünyasının, Hıristiyan kapitalist dünyadan ayrılmasını sağlamıştır.
8 - Bütün bunlara rağmen Türk ve İslam dünyasının müesseseleşmiş temsilcisi Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasını engelleyememiştir. Böylece İslam ve Türk Dünyası, büyük güç olmaktan çıkmış ve kendi kabuğuna çekilmiş, parçalanmıştır.
9 - Çanakkale Muharebeleri Mustafa Kemal’i tarih sahnesine çıkarmış; dolayısıyla Anadolu Türklüğünün ve Müslümanlığının istiklâlini sürdürmesine, yani TÜRK İSTİKLÂL HARBİ’nin kazanılmasına ve TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLETİ’nin kurulmasına yol açmıştır.
Anzac askerlerinin Çanakkale’de siperlerde yazdıkları günlük ve mektuplarda ..J. C. Davies adlı bir asker annesine yazdığı mektupta şöyle demektedir: “... Vurulduğum 18 Mayıs günü, keskin nişancı bir Türk kızı vardı. Güzel, iri yapılı ve 19-21 yaşları arasında görünüyordu. Günün uzunca bir bölümünde sürekli olarak ateş etti. Gerçi bir çok adamımızı vurdu ama gün bitiminden önce Avustralyalı bir asker tarafından vurulunca, gene de üzüldüm. Ölüsünü ele geçirdiğimizde yanında bir Türk erkeğinin cesedini de bulduk. Kadının vücudunda tam 52 kurşun vardı... Bu savaş korkunç”