5/08/2009

Çanakkale Savaşları ve Sömürgeciliğin Sonu


Birinci Dünya Savaşı başladığında sömürgecilik altın çağını yaşıyordu. Sanayi kapitalizmini gerçekleştirmiş Batı Avrupa ülkeleri dünyanın büyük kısmını kontrol altına almış ve sömürge haline getirmiş bulunuyorlardı. Emperyalist Avrupa devletlerinin ortak özelliği Grek, Roma ve Hıristiyan kültür temeline dayanması idi. Hatta Hıristiyanlık daha ön planda idi. Bu sebeple sömürge olarak seçilen ülkeler ve sömürülen toplumlar genel olarak Hıristiyan olmayanlardı.

1914’e gelindiğinde dünya üzerinde Avrupa’nın sömürgesi haline gelmemiş, istiklalini muhafaza eden tek Müslüman devlet olarak Osmanlı Devleti kalmış idi. Afrika, Hind Okyanusu’nda kıyısı bulunan ülkeler, Orta Asya toplumları, Uzak-doğu tamamıyla Batı’nın dominyonları haline getirilmiş bulunuyordu. Buralarda yaşayan toplumların ortak özelliği Hıristiyan olmaları idi. Avrupa’nın en güçlü sömürgeci ülkesi Britanya İmparatorluğu’nun Müslüman tebası Osmanlı Devleti’ninkinden fazlaydı. Sahip olduğu teknoloji, organizasyon, bilgi birikimi sayesinde büyük bir güç olarak ortaya çıkan Avrupa devletleri Osmanlı Devleti’nin zirveden düşüşüyle birbirinden farklı birçok milleti esareti altına almış ve Avrupa dışındaki bütün kıtaların insan ve ekonomik kaynaklarını kendi sanayi kapitalizmini sürdürmek için istismar etmeye başlamıştı.

Emperyalizm sömürü düzenini devam ettirebilmek için kendi kültür ve inançlarını sömürge toplumlarına kabul ettirmeye çalışmış ve bunda da büyük ölçüde başarılı olmuştu. Başarılı olamadığı ülkeler, halkı Müslüman olanlardı. Birçok Afrika toplumu Batılılar’ın dilini ve dinini kabul ettiği halde Müslüman olan toplumlar inançlarını değiştirmemişlerdir. Ancak inanç konusundaki hassasiyet dil konusunda gösterilememiş ve birçok Müslüman ülke sömürgecilerin dilini konuşmaya başlamıştır.

XX. yüzyıla girildiğinde Osmanlı Devleti de kültürel ve ekonomik bakımdan âdeta yarı sömürge haline getirilmiş bulunuyordu. Ancak Türk milleti siyasî hakimiyetine son derece düşkündü ve bu konudaki kararlılığını sürdürüyordu.

Birinci Dünya Savaşı esas itibariyle sömürgeci Avrupa devletleri arasında sanayileşme, pazar ve sömürge kapma alanında bir rekabetin sonucu idi. XIX. yüzyılın sonlarına doğru millî birliğini sağlayan ve sanayileşen Almanya’nın sömürgelere ve mallarını satabileceği pazarlara ihtiyacı vardı.

Oysa bu konuda Afrika, Asya ve Amerika, İngiltere, Fransa, Belçika ve Hollanda gibi ülkeler arasında paylaşılmış bulunuyordu. Almanya’nın güçlenmesi ve sömürge arayışına girişmesi İngiltere’yi son derece rahatsız etti. Arada kıyasıya bir rekabet başladı. 1870 savaşında Almanya’nın Fransa’yı yenmesi ve Alsas Loren bölgesini ele geçirmesi Fransa’yı ittifak arayışlarına itti. Yukarıda belirttiğimiz sebeplerden dolayı İngiltere Fransa’nın tabiî müttefiki durumundaydı. Zamanla aralarına diğer sömürgeci bir devlet olan Rusya’yı da aldılar.

Rusya, XVI. yüzyıldan itibaren Türk ve İslâm dünyası aleyhine adım adım ilerleyerek XVIII. yüzyılda büyük bir güç olarak ortaya çıkmıştı. Osmanlı Devleti’nin askerî bakımdan zaafa uğraması ile Balkanlar’da ve Kafkasya’da ilerlemeye başlamıştı. Ayrıca Orta Asya yönünde ciddi bir direnişle karşılaşmadan doğuya doğru ilerlemekteydi. XIX. yüzyılın ikinci yarısında, Rusya, bütün Orta Asya’da kontrolü sağlamış ve Büyük Okyanus’a kadar uzanan ülkeleri sömürge haline getirmişti. Bu sebeple XX. yüzyılın başlarında İngiltere ve Fransa ile birlikte en çok sömürgeye sahip ülkeler arasında geliyordu.

Savaş sömürgeci devletler arasında çıkmıştı ama, sömürgeci bir güç olmayan bilakis emperyalizmin boy hedefi haline gelmiş olan Osmanlı Devleti de bu savaşa sürüklendi. Aslında Osmanlı Devleti’nin böyle bir savaşa girmekte hiç bir menfaati yoktu. Galip gelen tarafta olsa dahi sonuçtan faydalanabilmesi zor görünüyordu. Ne var ki genç, atak fakat siyasî basiretten ve devlet idaresi konusundaki tecrübeden mahrum İttihat ve Terakki ileri gelenleri, devleti ve milleti topyekün bir felaketin içerisine atmaktan çekinmediler. Halbuki savaşa girmemiş bir Türkiye işgale uğramayacak ve topraklarının çoğunu kaybetmeyecekti.

Türkiye’nin, Almanya’nın yanında savaşa girmesi savaşın seyrini ve planlarını değiştirdi. Boğazlara sahip olması sebebiyle İtilaf devletlerinin ana hedefi durumuna geldi. Yapılan planlara göre İtilaf devletleri Çanakkale boğazını ele geçirirlerse hem Türkiye’yi saf dışı etmiş olacaklar, hem de Alman orduları karşısında güç duruma düşen müttefikleri Rusya’ya yardım edeceklerdi. Ayrıca Türkiye ile Almanya’nın irtibatı kesilecek ve savaş kısa sürecekti. Fakat evdeki hesap çarşıya uymadı. Büyük güçlerce ciddiye alınmayan ve hesaba katılmayan Türk ordusu Çanakkale’deki deniz ve kara savaşlarında destanlık bir savunma yaptı. O zamana kadar insanoğlunun icat ettiği en gelişmiş ve öldürücü silahlarına karşı verilen bu mücadele ender görülen zaferlerinden biri olarak dünya tarihine geçti.

Türk askerinin direnme gücünün, fedakârlık ruhunun, millet ve vatan sevgisinin bir âbidesi olan bu zafer, dünyanın en iyi donatılmış orduları karşısında kara, deniz ve havada sürdürülen insanüstü bir mücadele ve gayretin sonucu idi. Bu eşsiz galibiyetin dünya toplumları üzerindeki yankıları ve tesirleri de o derece muazzam oldu.

Sömürgeci Avrupa devletlerinin bütün hesapları boşa çıktı. Rusya, müttefiklerinden yardım alamayınca Almanya karşısında bozguna uğradı ve ülkede ihtilal çıktı. Böylece Orta Asya ve Kafkasya’daki toplumlar istiklallerini elde etmek konusunda ümitlendiler.

Asya’nın ve Uzak-doğu’nun esaret altındaki diğer milletleri de mağrur ve müreffeh Avrupa devletlerinin Çanakkale’de gururlarının kırılmasından son derece memnun oldular. Çünkü onlar emperyalizmin teknik üstünlüğü ve zenginliği karşısında vatan sevgisi ve milliyetçiliğin zaferinden dolayı kendi istiklalleri için de bir ümit ışığı görmüşlerdi.

Öte yandan Çanakkale zaferleri Orta-doğu’da ve umumiyetle halkı Müslüman olan ülkelerde Türkiye’nin prestij ve nüfuzunu artırdığı gibi, sömürgecilere karşı yer yer direniş hareketlerinin doğmasına da yol açtı. Psikolojik olarak Avrupa devletlerinin yenilmezliğine inanmış olan Doğu toplumları Çanakkale sayesinde kendilerinde yeni bir güç ve şevk buldular ve kendine güven duygusu kazandılar.

Bu arada Mısır başta olmak üzere Kuzey Afrika ülkeleri ve Hindistan kıtasında yaşayan milletler arasında milliyetçilik akımları güçlendi. İleride millet temeline dayalı bağımsız devletler ortaya çıktı. Böylece XX. yüzyıl tarihe milliyetçilik çağı olarak geçti.

Türk milleti topkeyün emperyalist güçler karşısında mazlumları temsil ediyordu. Her ne kadar Birinci Dünya Savaşı sonunda Mondros Mütarekesi gibi Türk tarihinde eşi benzeri görülmemiş meşum bir antlaşma imzalanmak zorunda kalınmışsa da Türk milleti kendisi için biçilmek istenen esaret elbisesini kabul etmemiş ve istiklal için derhal .mücadeleye atılmıştı. İşte Milli Mücadele’ye ruh veren Çanakkale zaferleri olmuş ve asker, aydınlar ve toplum, inanç ve kendine güven duygusunu burada kazanmıştır. Eğer Çanakkale destanı olmasaydı, Milli Mücadele olmazdı!

Çanakkale’yi dünyanın en güçlü donanmalarının ve kara kuvvetlerinin geçemeyişi ve emperyalist güçlerin mağluben ve menkuben geri dönüp gitmeleri bütün sömürge toplumlarında tesirini göstermiş yüzyıllardır devam eden sömürüye bir son vermek konusunda hareketler başlamıştır.

Asya’nın ve Afrika’nın mazlum milletleri bu sebeple Türkiye’nin istiklal mücadelesi sırasında maddî ve manevî desteklerini esirgememişlerdir.

Anafartalar Cephesi Komutanı Mustafa Kemal Bey, Çanakkale muharebelerinde gösterdiği üstün başarılarla ün kazanmış ve adı bütün Türk ve İslam dünyasına yayılmıştı. Onun Millî Mücadele’nin önderi olarak yükselmesinde birinci derecede rol oynayan unsur Çanakkale’deki başarılan idi. O, daha sonra mazlum milletlerin nazarında istiklal ve hürriyet sembolü haline gelmiştir. Yıllarca sonra sömürgecilere karşı istiklal savaşı veren Cezayir ve Tunus’taki Müslüman mücahitlerin göğsünde çok defa Türk bayrağı ile Atatürk’ün resimleri bulunmuştur.

Birinci Dünya Savaşı’ndan İngiltere, Fransa ve İtalya gibi sömürgeci ülkeler galip çıkmışlarsa da, onlar da Çanakkale başta olmak üzere Türklerle olan mücadelelerinde çok yıpranmışlar ve eski güçlerinden çok şey kaybetmişlerdi. Bu yüzden İtilaf devletleri savaştan sonra Türkiye’yi fiilen işgal edecek gücü kendilerinde bulamadılar.

Diğer taraftan bu ülkeler savaştan sonra sömürgelerini elde tutmakta zorlanmaya başladılar. İkinci Dünya Harbi sonunda ise artık sömürü düzenini devam ettirmenin mümkün olmadığını anlamışlardı. Zira Türk İstiklal Harbi’ni ve Türk milletinin mücadelesini örnek alan mazlum milletler sömürgecilere karşı ayaklanmalara başlamışlar, kendi millî devletlerini kurmak için savaşa girişmişlerdi. Hindistan ve Pakistan’da önceleri pasif direniş olarak başlayan istiklal mücadeleleri İkinci Dünya Savaşı sonrasında başarıya ulaştı. Bunu Orta-Doğu ülkelerinin kurtuluş savaşları takip etti.

Bugün, Birleşmiş Milletler’e üye 50 civarında Müslüman ülke bulunmaktadır. Bu sayıya Müslüman olmayıp da bağımsız birer devlet haline gelen ülkeler dahil değildir. Halbuki yukarıda temas ettiğimiz üzere 1914 yılında Türkiye’den başka müstakil İslam devleti kalmamıştı. Bu sonuçta Türk kahramanlığının bir zafer âbidesi olan Çanakkale’nin büyük payı vardır.

Avusturyalı, Yeni Zelandalı, Anzaklar vs. gibi İngiliz bayrağı altında Çanakkale savaşlarına katılan toplumların bile millet bilincine Çanakkale savaşları sonucunda ulaştıkları ve İngiltere’nin kendilerini sürekli istismar ettiğinin farkına vararak yeni bir kimlik kazandıklarını kendileri ifade etmektedirler.

Netice olarak Çanakkale’deki emperyalizme karşı meydan okuyuşun mazlum milletlerin şahsiyet ve istiklallerini kazanmalarında son derece önemli rol oynadığı ve bu zaferin sömürgecilik için sonun başlangıcı olduğunu söyleyebiliriz.

Ben, büyük zaferin 80. yıldönümünde şehitleri ve gazileri rahmetle anarken Türk milletinin istikbali hususunda yüce Allah’tan yardım ve mağfiret dileriz.

“Keskin nişancı Türk kadınları”

“Keskin nişancı Türk kadınları”
ÇANAKKALE CEPHESİNDE KADIN SAVAŞÇILARIMIZ
Anzac askerlerinin Çanakkale’de siperlerde yazdıkları günlük ve mektuplarda ..J. C. Davies adlı bir asker annesine yazdığı mektupta şöyle demektedir: “... Vurulduğum 18 Mayıs günü, keskin nişancı bir Türk kızı vardı. Güzel, iri yapılı ve 19-21 yaşları arasında görünüyordu. Günün uzunca bir bölümünde sürekli olarak ateş etti. Gerçi bir çok adamımızı vurdu ama gün bitiminden önce Avustralyalı bir asker tarafından vurulunca, gene de üzüldüm. Ölüsünü ele geçirdiğimizde yanında bir Türk erkeğinin cesedini de bulduk. Kadının vücudunda tam 52 kurşun vardı... Bu savaş korkunç”