5/08/2009

Çanakkale Savaşlarının Kazanılmasında Manevî Gücün Rolü


Önce bir olayı anlatarak söze başlamak istiyorum.

Onsekiz Mart Üniversitesi; benden böyle bir konuşma istediği zaman uzun süre tereddüt ettim; kabul edeyim mi, etmeyeyim mi? Geçirdiğim bir rahatsızlıktan dolayı doktor, uzun ve yorucu yolculuğu yasaklamış, yorulmamamı istemişti. Bir taraftan da içimde buraya gelmek için bir arzu vardı. Bu tereddüt içerisinde iki hafta kadar dolaştım. Bir gün öğle namazına duracağım sırada hayret verici bir şey oldu, içimden kuvvetli bir ses:
- Ne tereddüt edip duruyorsun? Amcanın ruhu seni bekliyor! Tereddüt birden kayboldu. îçime birdenbire bir huzur ve sükûn hakim oldu. Günlerdir süren git-gitme çatışması, birdenbire durmuştu. Bunda bir hayır var deyip, toplantıya katılmaya karar verdim.

Demek ki benim buraya katılmamda bir “manevî güç” rol oynadı. Bu ruh, amcamın ruhudur. Babamın büyüğü olan amcam “İsa Efendi”, İstanbul’daki medreselerde yüksek tahsilini tamamlamıştı. Medrese mezunları o zaman askere alınmazdı. Buna rağmen amcam, gönüllü olarak, Birinci Cihan Harbi’ne katılmış ve Çanakkale’de şehit düşmüştü. Ama şahadetinden seksen sene sonra, onun ruhu yeğenini Çanakkale’ye çağırıyordu. Bu benim için en büyük saadet idi!..

İşte size Çanakkale Zaferi’nde manevî güdün nasıl bir rol oynadığını anlamakta yardımcı olacak küçük bir olay.

Şimdi esas meseleye gelelim:

Çeşitli harplerde olduğu gibi, Çanakkale muharebelerinde de bir takım fevkâlade olaylar görülmüştür. Meselâ bir askerin tek başına 276 kiloluk bir top mermisini kendi başına kaldırıp, basamaklardan çıkıp topun namlusuna sürmesi, fevkalâde bir olaydır. Bunu bir insanın tek başına başarması mümkün değildir. Çünkü, bu olay, en kuvvetli insanın takatinin da üstündedir. Nitekim aynı kimse harpten sonra, aynı şeyi denediği halde mermiyi yerinden kaldıramamıştır. Demek ki ortada bir fevkalâdelik var. Bu fevkalâdelik nereden gelmektedir?

Bence bu, insanın imanından ye ruh gücünden gelmektedir. Ruh diye, maddeden bağımsız bir varlık var mıdır? Maddenin varlığından başka bir varlık kabul etmeyen materyalistlere göre, maddeden başka bir şey yoktur. Ruh denilen şey, maddenin bir özelliğidir.

Bu takdirde onlara şöyle sormak lâzım:

Bütün fonksiyonları sağlam olarak çalışan genç bir adamın vücut makinesi birdenbire duruveriyor. O, gepegenç, güçlü-kuvvetli adam bir külçe gibi yığılıveriyor. Eğer, her şey maddeden ibaret ise, madde (beden) olduğu gibi ortadadır. Gençtir, yıpranmamıştır, dinamiktir. Ama kıpırdaması bile mümkün değildir. Öyleyse neden yığılıp kalmaktadır?

işte ruh, o koca bedeni çalıştıran, koşturan, hareket ettiren, daha da mühimi onu düşündüren, ona hayat veren candır. O çıkınca, ne beden hareket edebiliyor, ne motor (kalp) çalışabiliyor., ne de madde (beyin) düşünebiliyor.

Ruh, böyle güçlü bir varlıktır. Ruha önem veren, onu iyi besleyenler de manevî gücü yüksek olan insanlar ve toplumlardır.

Burada esas mesele, manevî gücün maddî güce nasıl üstün geldiğidir. Nasıl oluyor da teknik medeniyete, teknolojinin üstünlüklerine insan galip gelebiliyor? Bir atom bombası, bir kimyasal silah, bir anda milyonları mahvedebilirken, insan maddî-bedenî güçsüzlüğüne rağmen nasıl mücadele edip galip gelebiliyor?

Önemli olan nokta, bu meselede, şudur: İnsana nasıl bakmalıyız? İnsan tabiatın bir parçası mıdır? Hayvanın gelişmiş şekli midir? Yoksa tabiattan ve hayvandan ayrı yaratılışta bir varlık mıdır? Tarih boyunca, kavganın merkezi de bu nokta olmuştur.

Natüralistler ve materyalistler, insanın mekanik bir varlık olduğunu söylerler. Yani insan onlara göre bir makinedir. Hatta aydınlanma döneminin filozoflarından La Metterie’nin “Makina İnsan” diye bir kitabı var. Bu anlayışa göre insan, adeta bir robot, bir otomattır. Böyle maddî bir varlığı, maddî medeniyet ile, teknolojinin ürünleri ile mağlup etmek veya yok etmek mümkündür.

-Hatta “Rüzgara Karşı Yürüdüğü” söylenen “Adam”: “Trum Trum Trum Makineleşmek istiyorum” diyordu.

Makineleşmiş bir medeniyet, insana ne verebilir? İnsandan neler alır? Teknik, insanın bir gayeye göre, eşyaya şekil vermesidir. Ama bu şekil verme, hedefini aşar da tabiatı hakimiyeti altına alma amacına düşerse, tabiattan şiddetli tepki gelebilir..

İspanyol filozofu Ortegay Gasset, diyor ki:

“İnsanın tabiatı yoktur, tarihi vardır.” İnsan, tarih yapan bir varlıktır. Bundan dolayı, hayvanın tarihi yok, tabiatı vardır. İnsan, tabiatını yenen, tarihe yön ve şekil veren varlıktır.

Teknik, bizatihi bir moral değeri taşır mı? Yahut temsil eder mi?

Evvelâ makinede, hayal gücünün, bilincin, imanın olmadığını söylemek gerekir. Makine, milliyeti, dini, ırkı dikkate alamaz. Çünkü şunun bunun taleplerine göre hareket etme özelliği yoktur. Makina determinizme bağlıdır. Orada iradî hareket ve hürriyet yoktur.

Makineleşme ve sanayileşme çok önemli bir hadisedir. Ondan vazgeçilemez. Ama dikkatli makineleşmek lazımdır. Yani insanın içini boşaltmadan onu yüzaltı elementten meydana gelmiş bir madde yığını olarak görmeden makineleşmek gerekir. İnsan, maddeye ve cansız tabiata indirgenince, onun maneviliği ve ruhsal üstünlüğü kaybolur. Bu da teknokrasiye ve neticede sömürüye yol açar. Şuursuz makineleşme ile insan sadece tüketicidir, hatta tüketen bir hayvandır. O zaman insanın, insanî özellikleri kaybolur. Tabiatta olmayan manevî dünyası ve inançları yok olur.

Mühim olan makineye teslim olmamaktır. Makine ile bütünleşmemektir. Makineyi ve maddeyi putlaştırmamaktır. Makine bir aletken, insanı esir almamalı, ona yön vermemelidir.

Batı medeniyetinde makine zihniyeti galip gelmiştir. Bu da neticede şiddetli sömürgeciliğe yol açmıştır. Batılı toplumlarda maddeci zihniyete ve teknolojinin açtığı yaralara karşı mücadele eden akımlar, felsefeler ve dinî anlayışlar vardır. Fakat bunlar çok etkili olamamaktadırlar.

Onun için, insana madde ve makine gözüyle bakan sömürgeci zihniyet, teknik üstünlüğüne güvenerek, Çanakkale’ye çullanmıştı. Bunların hesapları sağlamdı, teknik ve teknolojik üstünlük ile sayıca fazlalık, her şeyi halledecek, düşmanlarını yerle bir edeceklerdi.

“Kimi Hindu, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ” olan sömürgeci ve kaba kuvvete tapan kişiler, kısa zamanda hesaplarının tıkandığını anladılar. Gerçi tarihte de bunun örnekleri çoktur. Alparslan’ın ellibeş bin kişilik ordusu, vaktiyle, ikiyüzbin kişilik Bizans ordusunu yenmişti. Kanunî Süleyman’ın ikiyüzbin kişilik ordusu, beşyüzbin kişilik Macar (Haçlı) ordusunu perişan etmişti. Fakat tarihi okuyan kimdi?

Madde ve tekniği gaye edinen zihniyet, Allah’ın rızasını kazanmayı gaye edinen zihniyet karşısında büyük ve ummadığı bir mağlubiyet tatmıştı.

Modern makineleşme, enerji kaynaklarıyla beslendiği için, geri bıraktırılan toplumların sömürülmesi lâzımdı. Böylece enerji makineyi beslemekte, makine sömürdükçe canavarlaşmakta idi. Mehmet Akif in “Tek dişi kalmış canavar” dediği olay bu idi. Bu anlayışta manevî hayat, maddeye dönüştürüldüğü için de ahlâkî değerlerin yeri yoktu veya varsa bile kendilerine, menfaatlerine elverdiği nispette vardı.

Mehmet Akif Ersoy merhum, 20. asrın ne kadar gözdesi varsa “Hakkıyla sefil” olduğunu bu sebepten dolayı söylüyordu. Bu medeniyetin teknik imkanlarının çok yüksek olması, her birinin bir ülkeyi harap edecek güçte olması, insanları ve toplumları ürkütmektedir. “Çelik zırhlı duvarlarla” örülmüş bir medeniyetin tahrip edemeyeceği hiç bir kuvvet olmaması gerekirdi.

Halbuki “Mehmetçik”i, o yüksek imanı ile, o cihat ruhu ile, o vatan sevgisiyle “Ne çelik tabyalar” korkutabiliyor, ne de sayısız uçakları, gemileri ve toplan yıldırabiliyordu.

Müstahkem mevkilerin bir bir düşürülmesi onu sindiremedi bile. Çünkü Mehmet Akif Bey’in ifadesi ile “Beşerin azmini tevkif edemez sun’i beşer” yani insanın yaptığı işler, kurduğu tuzaklar ve yarattığı üstün teknoloji, “İnsanın azmini” hapsedemez, durduramaz yani teknoloji ve teknik üstünlük, insan ruhunu fethedemez; insanın azmini kıramaz, iradesini yok edemez, hele hele iman kalesini hiç hiç ele geçiremez.

“Alanır Kal’a mıdır göğsündeki kat kat iman” Mehmet Akif merhum, maneviyatın maddeye üstünlüğünü ve teknolojik, üstünlüğün acizliğini de şöyle ifade etmektedir.

“Hangi kuvvet, onu hâşâ, edecek kahrına râm?”

Evet, hangi kuvvet onu kahredebilecek? Hiç biri. Mehmet Akif merhum, “Hâşâ” sözüyle bir kuvveti istisna ediyor: Allah’ın yüce kudreti.

Maddî üstünlüğün iman kalelerini ele geçirememesinin sebebi nedir? Yani maddî güç, manevî gücü niçin yenemiyor? Yine Akif Bey bunun sebebini şöyle izah ediyor: “Çünkü Te’sis-i İlâhi o metin istihkâm”

Zira, ele geçirilmez istihkam mevkii Allah yapmıştır; O, ilahî bir tesistir.

İman kalelerinin yeri olan göğüsler ise Hûda’nın “ebedi serhaddi”dir. Bu serhaddi tesis ederken de Allah, insana şöyle seslenmiştir: “O benim suni Bediim, onu çiğnetme!..”

Yani “O benim en güzel eserimdir, onu iyi koru ve düşmana çiğnetme!”

Mehmetçik de onu lâyıkıyla korumuştur. Mehmetçik iman kalesinin değerini bildikçe, Allah’a bağlılığı devam ettikçe, fizik ve manevî güçleri arasındaki dengeyi korudukça, teknolojiye ve teknik üstünlüklere en azından yenilmeyecektir.

Maddeye ve tekniğe esir olmayan ruhlar daima üstünlüklerini ve şahsiyetlerini korumuşlar ve koruyacaklardır. Kıyamete kadar bu manevî üstünlükleri ve bundan kaynaklanan şahsiyetleri ile anılacaktır. 63 kişiyle üçbin kişilik İngiliz çıkartmasını önleyen Yahya Çavuş ve daha nice ünlü-ünsüz kahramanlar, Çanakkale muharebelerinde o maneviyatın tekniğe ve ezici kaba kuvvete galibiyetinin unutulmaz destanını yazmışlardır. Bunu manevî güçle başarmışlardır. Mustafa Kemal’in dediği gibi “öleceğini bildiği halde, ölümü küçümseyerek ve Allah’ına, onun cennetine kavuşmak arzusu ile nefsini feda ederek...”

İşte Manevî Güç ve zaferdeki rolü!..

“Keskin nişancı Türk kadınları”

“Keskin nişancı Türk kadınları”
ÇANAKKALE CEPHESİNDE KADIN SAVAŞÇILARIMIZ
Anzac askerlerinin Çanakkale’de siperlerde yazdıkları günlük ve mektuplarda ..J. C. Davies adlı bir asker annesine yazdığı mektupta şöyle demektedir: “... Vurulduğum 18 Mayıs günü, keskin nişancı bir Türk kızı vardı. Güzel, iri yapılı ve 19-21 yaşları arasında görünüyordu. Günün uzunca bir bölümünde sürekli olarak ateş etti. Gerçi bir çok adamımızı vurdu ama gün bitiminden önce Avustralyalı bir asker tarafından vurulunca, gene de üzüldüm. Ölüsünü ele geçirdiğimizde yanında bir Türk erkeğinin cesedini de bulduk. Kadının vücudunda tam 52 kurşun vardı... Bu savaş korkunç”