5/08/2009

Cephe Koşulları / Siper Hayatı



1915 de Gelibolu da meydana gelen Çanakkale kara savaşlarında ki siper muharebeleri askerlerin yaşayışını nasıl değiştirmişti? Siperlerin birbirine yakın olması hangi ilginç olayları meydana getirmişti? Mehmetçik ve Anzak askerleri arasında bu siperlerde doğan dostluk nasıl şekillenmişti? Mehmetçik ve itilaf devletleri askerleri bu siperlerde hangi şartlarla boğuşmak zorunda kalmışlardı?Türk ve Anzak siperlerinin birbirine yakınlığı bazı alanlarda 8 metreye kadar düşmüştü.‘’Bir gün sabaha karşı onların siperlerinden atılan bir ipe bağlı paket, iki tarafın siperlerinin arasında ki parapetimizin yakınına düştü. Doğal olarak nöbetçilerimiz bunun patlaması veya cızırdaması veya duman çıkarması gibi şeytanca bir şey yapmasını bekliyorlardı. Paketin yakınında ki çavuş periskopla çok dikkatli biçimde buna baktı. Çavuş buna bakarken Türkler önce ellerini kaldırıp, sallamış ve sonra da ihtiyatlı bir biçimde başlarını kaldırmış olmalılar. Bizim taraftan da bir sıra baş kalktı. Çavuş ne olduğunu anlamadan yanında ki asker parapetin üzerine çıkıp, telden ağın etrafından siperlerin arasında ki ölümcül alana girmiş paketi geri getiriyordu. Bu, sigara dolu küçük bir paketti. İçinde kurşun kalemle ve kötü bir Fransızca ile yazılmış şu not vardı;’’Kahraman düşmanlarımıza! Konserve dana etine hayır!’’.Tabii buna karşılık vermemiz gerekiyordu ve bizimkiler bir ya da iki kutu konserve dana eti attılar. Şimdi bir taşa sarılı kâğıt geldi Bunun üzerinde ;’’konserve dana etine hayır!’’yazıyor. Bundan sonra biraz bisküvi ve bir teneke kutu reçel attık. Tekrar sigaralar geldi. Bunlardan bazılarını gördüm. Bunların üzerinde kurşun kalemle aynı kişi tarafından, şu anlama geldiğini düşündüğüm şeyler yazılmıştı;’’Sevgili düşmanlarımız afiyet olsun…’’ Charles Bean 13 Ocak 1916 da Gönderdiği resmi rapordan…Siper HayatıSiper Hayatı terimi adeta 1915 de Gelibolu da ki savaşa özgü bir ifade olagelmiştir.18 Mart Deniz Harekâtından sonra Osmanlı Devleti İtilaf Devletlerinin bir kara çıkarması peşinde olduğunu sezebiliyordu, belki çıkarmanın nereden yapılacağı konusunda zıt fikirler vardı ama çıkarmanın yapılacağı konusunda ekseriyetle bir fikir birliği vardı. Kara çıkarmaları başlamadan hemen önce Gelibolu’ya gelen Osmanlı askerleri aslında siperlerin hazır olduğunu düşünmekteydi ancak buraya geldiklerinde durumun hiçte öyle olmadığını görmüşlerdi.Bu bağlamda savaşın hem Osmanlı tarafı hem de İtilaf Devletleri kanadı Gelibolu’ya geldiklerinde deli gibi siper kazmaya başlamışlardı çünkü coğrafya ve şartlardan okuyabildikleri kadarıyla Gelibolu da, siper demek hayat demekti…Kara Çıkarmalarının yapıldığı ilk gün 25 Nisan 1915 de İngilizlerin toplam kaybı tüm askerlerinin üçte biri kadardı.Bu acı sonuç Ordu içinde bazı kurmayların General Hamilton’dan tekrar gemilere binmek için izin istemelerine neden olmuştu ancak General’in cevabı net olmuştu:‘’…İşin zor tarafını bitirdiniz, şimdi kendinizi emniyete alıncaya kadar siper kazın! Kazın, kazın, kazın…’’Gelibolu da tutunmak konusunda başka şansları kalmayan Anzaklar dikkat çeken güçlü fizikleri ve ellerinde ki teknik imkânlarla Gelibolu’nun şartlarına çabuk alışmışlardı. Ellerinde ki kazma ve küreklere yaşama sarılır gibi sarılan bu uzak kıta askerleri kısa sürede uzun mevzilerini siperlerle donatmışlardı, bu siperlerin önüne 4-5 kat şeklinde koydukları içi kum veya çakıl dolu çuvallar ile de bir nevi kalkan yapmışlardı. Kısa süre de Gelibolu 70 km.lik siper hattında inanılmaz bir savaşın yaşandığı bir mahşeri andırır olmuştu.Gelibolu da ilk geldikleri Anzak Koyunu siperler ve oyuklarla bezeyen Anzaklar bu cephede ilginç görüntüleri de meydana getirmişlerdi. Genelde denize cepheden bakan oyuklarına kısa sürede alışanlar bu oyukları evlerinden bir köşe gibi kullanmaya başlamışlardı. Bu oyukların içine kat kat elbise rafları yapmışlar hatta eski botlarının ve büyük mermi kovanlarının içinde çiçek bile yetiştirmeye başlamışlardı. Gece vakti lambalar ve mumlarla aydınlattıkları bu oyukların görüntüsü ise savaş şartlarına ters orantılı nefis bir manzara meydana getirmekteydiler.Ancak her iki tarafın askerleri de önemi sivil hayatta kalmış bu şekilde ki romantik manzaralarla pek ilgilenemiyorlardı. İtilaf Devletleri safında ki askerlerin siper hayatı hakkında o safta bulunan er George Bollinger günlüğünde şöyle demektedir:‘’…Siperlerimiz Türk siperlerine bitişikti ve hepsi bombaya dayanıklı yapılmıştı. Her hangi bir düşman siperinin birkaç metre kadar uzakta olduğuna kimse inanmazdı…’’‘’…Askerlerin bu kadar baskıya dayanıp dayanamadığını merak ediyorum doğrusu… Bir tarafta sıcaklık, bir tarafta milyonlarca sineğin siperlerde sürüler halinde gezmesi…’’‘’…Siperlerde ölen askerlerin üzerinden çıkan pis koku, çevrede dayanılmaz boğucu bir etki yapıyordu. Dış dünyada askerler büyük güvenceye sahipti fakat onların bu cehennem hattında olup olmadıklarını veya gerçekçi olup, olmamaya çalıştıklarını, her askerin barışı arzu edip etmediklerini ve etseler de barışa kavuşmaya muktedir olup olmadıklarını merak ediyorum doğrusu…’’Osmanlı askerleri ise yukarı da belirttiğimiz gibi Gelibolu’ya ilk geldiklerinde siperlerin hazır olduğunu düşünmekteydiler ama geldiklerinde durumun böyle olmadığını görmüşlerdi.İlk etapta güvenli gördükleri bodur ağaçların,çalı diplerinin dibine sığınan Mehmetçikler zamanla bombardımana tutulan Osmanlı köylerinde harabeye dönen eski evlerin enkazından topladıkları tuğla,odun,kalas ve işe yarar ahşap malzemelerde yeni siperler inşa etmeye başlamışlardı.Dere yatağında da barınaklar yapılmıştı ancak bunlar sonbaharda sel sularının tehdidi ile karşı karşıya kalmasıyla onlarca Mehmetçik bu sel sularından dolayı şehit olmuşlardı.İzzettin Çalışlar günlüğünde 25 Kasım 1915 de gece çok şiddetli yağmur yağdığından ve barınak ile siperlerin sel suları tarafından istila edildiğinden söz etmektedir.Yine Çanakkale Savaşlarında küçük rütbeli bir subay olarak görev yapan, İ.Hakkı Sunata sel felaketi hakkında anılarında şöyle demektedir:‘’…27 Kasım sabahı uyandığım zaman dışarı da bütün taşları, kayaları temizlenmiş, toprakları sarı ve yapışkan bir kille yoğrulmuş buldum. İleri hattan gelen birkaç neferin yüzünde korkunç bakışların izleri var. Konuşmalarında hiçte iyi haberler vermiyorlar. Bu sırada biraz üst tarafta bulunan zeminlik çöktü. Hep oraya koştuk. Neferin ikisi çıkamamış orada kalmış. Biri serbest ise de diğeri inliyordu. Süratle kiremitleri kaldırdık, tahtaları söktük, Direkleri kaldırmaya başladık. Serbest kalan nefer çıktı. Diğerine direk bastırmış, diz kapağı ezilmiş. Ayağını kurtaramıyor, korkudan da sararmış. Direği kaldırmamızdan sonra kurtuldu…’’‘’…İkindi üzeri bir emir aldık, gayet kötü bir haber. İleri siperlerde bulunan 36. Alay, yağmurun tesiri ile büyük zayiata uğramış, felaket içinde imiş, Hemen onları değiştirecek ve kurtaracakmışız. Ya biz ne olacağız?’’‘’…Buralarda siperler yapılırken, derelerin mecrasını tıkamışlar, düşman sızmasın diye, Bu yağmurun birden yetirdiği seller, bütün siperleri su ile doldurmuş. Tam da asker yemek ve ekmek yediği zamana rastlamış yağmur ve sel. Hayvanlar hatta bir kısım insanlar siperlerden çıkamamış, boğulmuşlar. Dışarı çıkanlarda düşman ateşine tutulmuş, durum bunu gösteriyor…’’‘’…orada ki taburun hemen bütün subayları buraya toplanmış, tedarik edebildikleri kömürleri bir teneke üzerine koymuş yakmışlar, Etrafında yedi-sekiz kişi ısınıyorlar. Kömür bittikçe herkes cebinden bir parça kömür çıkararak ateşe koyup yakmaya çalışıyor. Uzakta yolunu şaşırarak batağa saplanmış bir nefer ‘’İmdat diye bağırıyor, Merhametten bunu kurtarmak isteyen bir iki nefer de batağa gömülmek tehlikesi karşısında geri dönüyorlar. Nihayet o biçare “Din kardeşlerim acıyın, merhamet’’diye bağıra bağıra, gecenin ölüm karanlığı içinde, derece derece sesi kesilerek sönüp gitti…”Savaşın ortasına doğru cepheye gelip siperleri teslim alan Mehmetçikler de siperlerin durumundan yakınmaktadır. Bu Mehmetçiklerde ilk gelenler gibi kazma ve küreklere sarılıp yeni siperler inşa etmişlerdir. Kısa bir süre de inşa edilmesine rağmen yer altında birbiriyle bağlantılı hatta at, araç ve diğer arabaların rahatça yol alabileceği siperler inşa etmişlerdir. Bu siperler krokilerinin çıkarılmasından sonra gizli geçit ve yollar, düşman siperlerine karşı savunma hatları olarak kullanılmışlardır.Buralarda başlangıçta asker ve komutanların barınması için sığınaklar düşünen Mehmetçik zamanla bomba mevzileri, gizli mitralyöz sahaları, cephanelikler, askerlerin ihtiyaçlarını karşılayabilecekleri kantinler inşa etmişlerdir, kısacası Mehmetçik Çanakkale siperlerinde yerin altında küçük bir şehir inşa etmiştir.Güney Grubunda Zığındere de 10.Tümen 30.Alay da emir subayı olarak görev yapan Münim Mustafa da siper çalışmalarına hatıralarında şöyle yer veriyor:‘’…biz cephe de siperler teslim alıyorken bütün kıtalar kazma ve küreklere sarılmış harıl harıl tahkimat yapmakla meşgul bulunuyorlardı. Sonradan bizimde iştirak ettiğimiz kazma ve kürekle çalışma neticesinde Güney Grubu Mıntıkasında toprağın altında at, araba ve diğer vasıtaların yürümesine mahsus ayrı ayrı yollar, piyadelerin cepheye gidebilmesi için gizli yollar, cephede yekdiğerine paralel savunma hatları, bunları birbirine bağlayan zik zak savunma yolları, subay ve askerin savaşta korunması için, sığınaklar ve zeminlikler, üstü kapalı gizli mitralyöz ve bomba mevzileri, kısaca adeta yerin altında koca bir şehir meydana getirilmiş, toprak köstebek yuvası gibi delik deşik edilerek, binlerce mevcutlu kıtaların, toprak üzerinde hiç görünmeden buralarda yaşaması sağlanmıştır…’’Bir labirent ağı şeklinde tasarlanan Osmanlı siperlerinde ana siperler yan yollarla diğer kol siperlere bağlanmaktaydı. Bu siperlerin en ortasına ise askerlerin ihtiyaçları için bir kantin bile yapılmıştı bu merkezi ve büyük kantine İstanbul’dan esinlenerek ‘’Kapalıçarşı’’ismi verilmişti…Sözü edilen siperler büyük mangallar vasıtasıyla ısıtılmaktaydı. Siperlerin ‘’ana siper’’diye tarif edilen merkezi olanlarından elektrik ile aydınlatılanları da vardı, diğerleri mumlarla aydınlatılmaktaydı. Osmanlı askerleri de zamanla bu siperler Anzakların oyukları sahiplenmeleri gibi evleri misali sahiplenmişler ve bu zor yaşam şartlarına alışmışlardır. Osmanlı askerleri içinde siperlerin duvarlarını ayet, hadis ve güzel hat yazıları ile süsleyenlerde vardı. İtilaf Devletleri siperleri ile Osmanlı siperleri arasında en yakın mesafe 8 metre en uzak mesafe de 300 metre idi. Siperlerin birbirine yakın olan bölgelerinde ses yapmak sigara içmek ve benzeri faaliyetler kesinlikle yasaktı çünkü savaşın yerin altına çekildiği bu dönemde meşhur olan savaş tarzı siperlerin çökertilmesi ve karşı tarafın imha edilmesini hedef alan lağım (yer altı)savaşlarıydı.Düşman ile Osmanlı askerleri arasında ki siper hattında mesafenin en kısa olduğu yer Çanakkale’nin en kanlı savaşlarının cereyan ettiği Kanlı sırt mevkii idi. Mesafenin bu derece kısa olduğu bu alanlarda faal silah genelde el bombası idi. Ancak ele geçirdikleri dikenli telleri kısa kısa kesip konserve kutusunun içine dolduran İngiliz askerleri bunu bir fitille takviye ederek yaptıkları pratik bombalar ile de Osmanlı siperlerine saldırmışlardı. İngilizler Osmanlı siperlerinin bulunduğu alanlara doğru dipten 30-40 metrelik oyuklar açıp tam Osmanlı siperlerine rastlayacaklarını düşündükleri yerlerde siperlerimizi bomba ve dinamitle havaya uçurmak kaidesiyle birçok Mehmetçiğin yaralanmasına ve şehit düşmesine sebep olmuşlardı.En kanlı mücadelelerin yaşandığı bu yerlerde bazen siperlerin patlamasıyla karşı karşıya kalan iki taraf askerleri kendilerini gırtlak gırtlağa bir kavganın ortasında bulabiliyorlardı. İşin en ilginç yanı Anzaklar ve Osmanlılar arasıda ki dostluğun da en çetin kavgaların yaşandığı bu siperlerde doğmasıdır.Osmanlı askerleri siperleri İtilaf Devletlerine ait olan siperlere yakınlığına göre ayrıca isimlendirmişlerdi. Bu siperlerden düşmana en yakın olana’’sıçan yolu’’ve ‘’avcı hendekleri’’ismini vermişlerdi. Geride kalanlar ise ‘’irtibat hendekleri’’olarak isimlendirilmişlerdi.Mehmetçikler belirttiğimiz gibi sadece siperleri değil fundalıkların dibini de barınak olarak kullanmışlardı ama bu durum İngilizler tarafından fark edildikten sonra Osmanlı askerlerinin elinde ki bu avantajı yok etmek isteyen İngilizler zamanla fundalıkları ateşe vermeye başlamıştı. Sonbaharda sellerden bunalan Mehmetçikler yaz aylarında da bu yangınlardan bunalmışlardı.Siperlerin içinde mermi kasalarının veya ahşap levhaların kaputlarına, bulabildikleri bezlere sarılarak uyuyan ve dinlenen Mehmetçikleri bekleyen tek tehlike düşman, yangın veya sel de değildi. Yaz aylarında kavurucu sıcaklar başladığı zaman ortada kalan asker cesetlerinden yayılan kokular, o cesetlere dadanan sinekler ve sivrisinekler dizanteri ve sıtma gibi hastalıkların yayılmasına da sebep oluyorlardı. Bunun yanında zararlı olmamakla birlikte siperler de kertenkeleler ve kaplumbağalar ile zararlı olan akreplerle karşılaşabiliyorlardı.

Çanakkale’nin kahraman çocukları

Balıkesir İvrindi’nin Mallıca köyünden 104 yaşında vefat eden Azman Dede Çanakkale savaşına katılmış gazilerimizdendi. Gençliğinde iki metreyi aşkın boyu, dev görünümüyle insan azmanı sayılmış, herkes ona azman demeye başlamış, soyadı kanunu çıkınca da Azman soyadını almıştı. Esas ismi adeta unutulmuştu. Yıllar önce bir yerel araştırma sırasında Mallıca köyü kahvesinde kendisiyle görüştüm. Kulakları ağır işitiyordu. Köylülerden biri yardımcı oldu. Benim sorduklarımı kulağına bağıra bağıra söyledi. Onun sesine alışkın olduğundan anladı. Sordukları mı cevapladı. Söz Çanakkale’ye geldiğinde o koca ihtiyar sarsıla sarsıla, hıçkırıklar içinde ağlamaya başladı. Kendi zor duyduğu için kan çanağına dönen gözleriyle bize de duyurmak için bağıra bağıra anlatmaya başladı: — Bir hücum sırasında bölük erimişti. Yüzbaşı telefonla takviye istedi. Gece yarısı siperleri takviye için istediğimiz askerler geldi. Hepsi askere alınmış gencecik insanlardı. Ama içlerinde daha çocuk denecek yaşta üç-dört asker vardı ki hemen dikkatimizi çekti. Bölüğü düzene soktum. Yüzbaşı gelenlerle tek tek ilgileniyor, karanlıkta el yordamıyla üstlerini başlarını düzeltiyor, sabah yapılacak olan süngü hücumuna hazırlıyordu. Sıra o çocuklara geldiğinde, o cıvıl cıvıl şarkı söyleyerek gelen çocuklar birden çakı gibi oldular. Yüzbaşı sordu: — Yavrum siz kimsiniz? İçlerinden biri: — Galatasaray Mektebi Sultanisi talebeleriyiz Vatan için ölmeye geldik! diye cevap verdi. Gönlüm akıverdi o çocuklara. Bu savaş için çok küçüktüler. Daha süngü tutmasını bile bilmiyorlardı. Onlarla ilgilendim. "Mermi böyle basılır. Tüfek şöyle tutulur. Süngü böyle takılır. Düşmana şöyle saldırılır!" diye. Onları karşıma alıp bir bir gösterdim. Siperlerin arkasında ay ışığında sabaha kadar talim yaptık. Gün ışımadan biraz dinlensinler diye siperlere girdik. Ortalık hafif aydınlanır gibi olunca hep yaptıkları gibi düşman gemileri gelip siperlerimizi bombalamaya başladılar. Yer gök top sesleriyle inliyordu. Her mermi düştüğünde minare gibi alevler yükseliyor, bir gün önce ölenlerin kol, bacak, el, ayak gibi parçaları havaya kalkan toprakla siperlere düşüyordu. Mermiler üzerimizden ıslık çalarak geçiyordu. Siperler toz duman içinde kalmıştı. Bir ara Yüzbaşı "Azman yandık!" diye siperin köşesini işaret etti. O şarkı söyleyerek sipere gelen, sanki çiçek toplarmış gibi neşeli olan o çocuklar siperin bir köşesinde sanki bir yumak gibi birbirine sarılmış tir tir titriyorlardı. Çocuklar harbin gerçeği ile ilk defa karşılaşıyorlardı. Ürkmüşlerdi. Yüzbaşı yandık demekte haklıydı. Muharebede bir ürküntü panik meydana getirebilirdi. Tam onlara doğru yaklaşırken içlerinden biri avaz avaz bir marş söylemeye başladı! Annem beni yetiştirdi bu yerlere yolladı Al sancağı teslim etti Allah a ısmarladı. Boş oturma çalış dedi hizmet eyle vatana Sütüm sana helal olmaz saldırmazsan düşmana. Baktım hemen biraz sonra ona bir arkadaşı daha katıldı. Biraz sonra biri daha... Marş bitiyor yeniden başlıyorlar. Bitiyor bir daha söylüyorlar. Avaz avaz! Gözleri çakmak çakmak... Hücum anı geldiğinde hepsi süngü takmış, tüfeklerine sımsıkı sarılmış, gözleri yuvalarından fırlamış dişler kenetlenmiş bekliyorlardı. O an geldi. Birden Yüzbaşı "Hücum!"diye bağırdı. Bütün bölük, bütün tabur, bütün alay cephenin her yerinden fırladık. İşte tam o anda, tam o anda, o çocuklar kurulmuş gibi siperlerden fırlayıverdiler. İşte o an. Tam o an bir makineli yavruları biçiverdi. Hepsi sipere geri düştüler. Kucağıma dökülüverdiler. Onların o gül gibi yüzleri gözümün önünden gitmiyor. Hiç gitmiyor! İşte ben ona ağlıyorum, o çocuklara ağlıyorum! Azman dede ağlıyordu. Ben ağlıyordum. Kahvede kim varsa ağlıyordu.

Çanakkale ve Mustafa Kemal


Birinci Dünya Harbi başladığında (1 Ağustos 1914) Atatürk, askeri ateşe olarak Sofya’da bulunuyordu.

Türkiye’de bir Alman Askerî Heyeti’nin bulunması, bu heyete mensup Alman subaylarına Türk Ordusunda fiili komuta yetkisinin tanınmış olması ve nihayet Akdeniz’de iki Alman harp gemisinin (Goeben ve Breslau) harbin başlamasından 10 gün sonra İngiliz harp gemilerinin takibinden kaçarak Çanakkale Boğazı’na girmelerine müsaade edilmesi, bu gemilerin Osmanlı imparatorluğu tarafından satın alındığının ilânı ve Alman Akdeniz Filosu Komutanı Amiral Souchon (Soşon)’un Türk Donanması Komutanlığına atanması Türkiye’nin Almanların yanında harbe girme eğiliminde olduğunun açık delilleriydi.

Türkiye, gerçi 2 Ağustos 1914’te seferberlikle beraber silâhlı tarafsızlığını ilân etmişti, ama bu tarafsızlığını uzun süre koruyup koruyamayacağı kuşkuluydu. Yönetimin üst düzeyindeki görevlilerin bir bölümü ve yüksek rütbeli subayların çoğu, harbe girmeme, tarafsız kalma yanlısı idiler; hiç olmaz ise harbe mümkün olduğu kadar geç girilmesini savunuyorlardı.

Atatürk de aynı fikirdeydi. Sofya’dan daha Ağustos ayında Dr. Tevfik Rüştü (Araş)’ye yazdığı bir mektupta “Bu harp çok uzun sürecektir, ona girmekte geç kalınmaz, bundan korkup acele etmeyelim. Fransız ordusunun yığınağı daha güneydedir. Fransızlar durumlarını düzeltebilirler.” diyordu.1

Almanlar, Marn Meydan Muharebesini (6-9 Eylül 1914) kaybedince; zaten harbin ilk gününden beri açıkça belli olan Türkiye’yi, bir an önce harbe sokma gayret ve baskılarını artırdılar, nihayet Karadeniz olayı2 ile 29 Ekim 1914’te Türkiye’yi harbe sürüklediler.

Türkiye harbe girince Atatürk, derhal memlekete dönmek, orduda fiili görev almak istedi. Harbiye Nazırı Enver Paşa’ya başvurdu. Enver Paşa’nın cevabı: “Sizin için orduda her zaman bir görev vardır. Ancak Sofya ataşemiliterliğini daha önemli gördüğümüzden sizi orada bırakıyoruz” oldu. Tabii Atatürk bu cevaba çok üzüldü; O’nun karakterinde bir askerin, ordusu savaşırken yurt dışında kalması mümkün değildi. Ancak Harbiye Nazırı Enver Paşa, Atatürk’ün Sofya’da kalmasını istiyordu. Nitekim 26 Kasım 1914’te kendisi “Sofya Askerî Ateşesi Kurmay Yarbay Mustafa Kemal Bey’in 1 nci Tümen Komutanlığına tayinini” teklif etmiş ve 29 Kasımda Padişah Buyruğu ile Yarbay Mustafa Kemal Bey 1 nci Tümen komutanlığına atanmışken 1 Aralık 1914 tarihli yazısıyla bu tayini iptal ettirmiş ve 1 nci Tümen Komutanlığına Kurmay Yarbay Cafer Tayyar Bey’i tayin ettirmişti. 3
Enver Paşa’nın Atatürk’ü ısrarla Sofya’da bırakmak istemesi, bazı yazarların, örneğin Sayın Prof. Hikmet Bayur’un düşündüğü gibi Mustafa Kemal’i kıskanan, çekemeyen Enver’in harbin çok kısa sürede biteceğini sanarak Mustafa Kemal’e bir onur payı ayırmak istemediği şeklinde4 yorumlanabilir. Ancak Mustafa Kemal’e verilen görevler, O’nun gönderdiği raporlar, 5 özellikle Almanya ile irtibat ve muvasala bakımından Bulgaristan’ın harbe girmesinin Türkiye için taşıdığı önem, Atatürk’e Bulgar dış politikasının Osmanlı dış politikasına paralel hale getirilmesine yardımcı olması görevinin de verilmiş olması dikkate alınırsa Mustafa Kemal’in Sofya’da bırakılmak istenmesinin sadece Enver’in kıskançlığından kaynaklanmadığı kabul edilebilir.

Bununla beraber Atatürk, Enver Paşa’nın Sofya Ateşeliğinin öneminden söz eden yazısına şu cevabı verdi:

“Vatanın müdafaasına ait fiili vazifelerden daha mühim ve mübeccel (yüce) bir vazife olamaz. Arkadaşlarım muharebe cephelerinde ateş hatlarında bulunurken ben Sofya’da ataşemiliterlik yapamam. Eğer birinci sınıf zabit olmak liyakatından mahrumsam, kanaatiniz bu ise, lütfen açık söyleyiniz.” 6

Bu yazısına da cevap alamayan Atatürk, eşyasını toplayıp İstanbul’a gitmeye karar verdi. Tam hareket edeceği sırada İsmail Hakkı imzasıyla bir telgraf aldı. Bu telgrafta “19 ncu Tümen Komutanlığına atandınız, hemen hareket ediniz” deniyordu. Bu telgrafı imzalayan Harbiye Nezareti Müsteşarlığına vekâlet etmekte olan ve “topal” lakabıyla anılan Levazım Reisi İsmail Hakkı Paşa idi.

O sırada Enver Paşa henüz İstanbul’a dönmüş değildi. Bilindiği gibi 3 ncü Ordu (9 ncu 10 ncu 11 nci Kolordular) ile Sarıkamış yönünde büyük bir kuşatma harekâtı düzenleyen Harbiye Nazırı ve Başkomutan Vekili Enver Paşa, 6 Aralık 1914’de İstanbul’dan hareket ederek 12 Aralık’ta Erzurum’a varmış, 3 ncü Ordu Komutanı Hasan İzzet Paşa’nın kış mevsiminde bu yörede böyle bir hareketin yapılmasının doğru olmayacağını, bu taarruzun sorumluluğunu yüklenemeyeceğini söylemesi üzerine 3 ncü Ordu’nun emir ve komutasını kendi üstlenerek 22 Aralıkta (9 kânunuevvel 330) harekâtı başlatır. Yine bilindiği gibi bu harekât büyük bir yenilgi, bir facia ile sonuçlanır. Şiddetli kar, tipi ve soğuk yüzünden 3 ncü Ordu 90.000 (şehit, yaralı, kayıp, esir) zayiat vererek tamamen elden çıkar. 10.000 kişi kadar bir kuvvet Erzurum’a çekilir. 8 Ocak 1914 günü artık her şeyin bittiğini anlayan Enver, İstanbul’a dönmeye karar verir. 3 ncü Ordu Komutanlığına Hafız Hakkı Paşa’yı tayin ederek ve Orduya bir veda mesajı yayınlayarak 11 Ocak 1914’te kara yoluyla İstanbul’a gitmek üzere Erzurum’dan ayrılır.
Atatürk, 19 ncu Tümen Komutanlığına tayin edildiğini bildiren teli aldığı zaman Enver Paşa henüz yoldadır. Nitekim belgeler7 Kurmay Yarbay Mustafa Kemal’in 3 ncü Kolordu’da yeniden kurulan 19 ncu Tümen Komutanlığına atanmasına ait inhanın Harbiye Nazırı Vekili Talat imzasıyla 18 Ocak 1915’te yapıldığını, Padişah buyruğunun 20 Ocak 1915’te çıktığını gösteriyor.

19 ncu Tümen Komutanlığına atandığını bildiren teli alan Atatürk, zaten yola çıkmak üzere hazırlanmış olduğundan birkaç gün sonra İstanbul’a gelir. İstanbul’a geldikten sonra karşılaştığı durumu anılarında şöyle anlatıyor:
“Sofya’dan İstanbul’a geldiğim zaman Enver Paşa da Sarıkamış’tan avdet etmiş (geri dönmüş) bulunuyordu; evvelâ kendisini ziyaret için makamına gittim. Haber gönderdim, gelecek cevaba kapıda intizar ediyordum (cevabı kapıda bekliyordum); bu aralık muamalat-ı zatiye (personel işleri) müdürü Osman Şevket Bey’i elindeki dosyasıyla orada gördüm; kendisine sordum:

— Beni 19 ncu denilen fırkaya (tümene) tayin eden Harbiye Nazırı Vekili İsmail Hakkı Paşa mıdır?

Osman Şevket Bey pek ciddî ve biraz mahrem (gizli) bir lisanla (diliç):

— Hayır, dedi. Doğrudan doğruya Başkumandan Vekili Enver Paşa Hazretleridir; Erzurum’dan telgrafla emir buyurdular; emin olunuz Beyefendi...

Bir an sonra Enver Paşa ile karşı karşıya bulunuyorduk. Enver biraz zayıf düşmüş, rengi solmuş bir haldeydi. Söze ben başladım:

— Biraz yoruldun, dedim.

— Yok, o kadar değil, dedi.

— Ne oldu?

— Çarpıştık, o kadar...

— Şimdiki vaziyet nedir?

— Çok iyidir, cevabını verdi.

Ben daha fazla Enver Paşa’yı üzmek istemedim. Mükâlemeyi (konuşmayı) kendi vazifeme intikal ettirdim:

— Teşekkür ederim, beni numarası ondokuz olan bir fırkaya kumandan tayin buyurmuşsunuz. Bu fırka nerededir, hangi kolordu ve ordunun emrinde bulunuyor?

Cevap verdi:

— Ha evet! Belki bunun için Erkân-ı Harbiye (Genelkurmay) ile görüşseniz daha kati (kesin) malûmat (bilgi) alırsınız.

Enver’i çok meşgul ve yorgun görüyordum; sözü uzatmadım:

— Pek iyi, Q halde sizi fazla rahatsız etmeyeyim, Erkân-ı Harbiye ile görüşürüm, dedim.

Başkumandanlık Erkânı Harbiyesine müracaat ettim, icap eden rüesaya (başkanlara) kendimi şu yolda takdim ediyordum:

—19 ncu Fırka Kumandanı Kaymakam (Yarbay) Mustafa Kemal!

Kendilerine kendimi takdim ettiğim her zat hayretle yüzüme bakıyor, benim kim olduğumu anlamakta müşkülât (güçlük) çekiyordu. Nihayet Başkomutanlık Erkân-ı Harbiyesinde böyle bir fırkanın mevcudiyetinden haberdar olan bulunmadı. Şimdi hale bakınız, ne garip mevkideyim; kemali ciddiyetle herkese 19 ncu Fırka Kumandam olduğumu söylüyorum; halbuki böyle bir fırkanın mevcudiyetinden kimsenin haberi yok, adeta sahtekâr vaziyetinde idim...”

Bizzat Atatürk’ün anlattığı bu durum, daha harbin ilk aylarında Başkomutanlık Genelkurmayının içine düştüğü kargaşayı ve Mustafa Kemal’in nerede olduğu bile bilinmeyen ikinci, hatta üçüncü kategoriden bir birliğe komutan olarak atanmış olduğunu göstermesi bakımından ilginçtir. Ama nereden bileceklerdi ki, o ikinci, üçüncü kategoriden sayılan 19 ncu Tümen 2-3 ay sonra Atatürk’ün yüksek sevk ve idaresi altında Çanakkale Muharebelerinin talihini, Birinci Dünya Harbi’nin akışını değiştirecektir.

Atatürk, Sofya dönüşü İstanbul’da bulunduğu sırada Birinci Dünya Harbi hakkındaki düşüncelerini arkadaşlarına ve büyüklerine söylemekten çekinmiyordu. Anılarında: “Ben Harbi Umuminin müttefiklerimiz için iyi netice vereceğine itimat etmiyordum. Fakat emr-i vakiden sonra bulunduğum cephelerde harbi muvaffakiyete isal etmeye (başarıya ulaştırmaya) çalıştım” der.8

Atatürk’ün, Genelkurmay’da üst düzeyde yeri olan bir dostuyla daha önce yapmış olduğu söyleşi de çok ilginçtir. Anılarında bu konuşmayı şöyle anlatır:

“Ben ordunun bilâ kayıt ve şart (kayıtsız, şartsız) bütün esrarı (sırları) ile Alman Heyet-i Askeriyesine tevdi ve teslim edilmesinden çok müteessirdim. Daha karar verilmezden evvel tesadüfen bu vakaya muttali olduğum vakit (bu olayı öğrendiğim zaman) sesimin erişebileceği makamata kadar itirazatta bulunmayı vazife addetmiştim. İtirazlarıma hiç kimse cevap vermedi, cevap vermeye lüzum dahi görmedi.

Yalnız bilmünasebe bu zemin üzerinde müdavele-i efkâr ettiğim (yeri geldiği için bu konuda fikir alış-verişinde bulunduğum) dostlarımdan biri ki o zaman Erkânı Harbiye-i Umumiye’de en yüksek makamlardan birini işgal ediyordu, bana güya son derece samimi davranarak dedi ki:

— Arkadaş bizim tecrübemiz senden çoktur; vakıa seni hissiyat ve hayalata sevk eden şey, memleket ve milletine aşkındır, ama düşünmüyorsun ki, bu memleket ve halk senin hararetli aşkına zannettiğin kadar layık mıdır? Bizim başımızda pek büyük adamlar var: Sen henüz onlarla konuşmamış, onların tecrübe dide (gün görmüş) nazarlarına nazarlarını tevcih etmemiş ve memleketin her tarafındaki muvaffakiyetlerinin esrarını anlayamamışsın. Eğer bir defa kendileriyle görüşsen, aynı fikirleri kabul etmekte bizden daha ileri gideceğine şüphe yoktur.

Kimlerden bahsedilmek istendiğini pekâlâ anlamıştım; fakat teyit ettirmeye lüzum görmedim. Büyük bir hata içinde bulunduklarını söylemekle iktifa ettim (yetindim). Muhatabım, ki Harb-i Umumide vefat etmiştir, o zaman kendini yüksek hayalatın faili gibi tasavvur etmekten mütevellit (doğan) bir heyecan içindeydi, diyordu ki:

— Kemal, Kemal bizi rahat bırak, sonra vicdanen mesul olursun; biz öyle şeyler yapacağız ki, neticesinden sen de memnun olacaksın, dünya da hayrette kalacaktır.” 9

Bu konuşma, Atatürk’ün Sofya’da bulunduğu ve Sofya’dan döndüğü günlerde başkentteki atmosferi göstermesi bakımından ilginçtir. Enver-Talat-Cemal üçlüsü ülkenin geleceğine egemendir. Kendilerini ilahlaştırmış kişileri etraflarına toplamış, yüksek makamlara getirmişlerdir. Atatürk her ne kadar “itimat” etmiyorsa da onlar, harbin Almanların zaferiyle biteceğinden zerre kadar kuşku duymamaktadırlar; bu nedenle Osmanlı İmparatorluğu’nun geleceğini Almanya’nın zaferine bağlamakta, bu amaçla Türk Ordusunu Alman subaylarının eliyle Almanya’nın emellerine göre kullanmakta hiçbir sakınca görmemekte, aksine bu tutumdan büyük yararlar ummaktadırlar.

Atatürk, işte böyle bir ortamda 2 Şubat 1915 günü Tekirdağ’a geldi. 19 ncu Tümenin emir ve komutasını üstlendi. 19 ncu Tümen, 57 nci Piyade Alayı ile iki depo alayından kurulmuştu. Fakat bir müddet sonra bu depo alayları geri alındı.

Atatürk, Tekirdağ’a gelişini, 19 ncu Tümeni teslim alışını ve Gelibolu Yarımadası’nda cereyan eden olayları Arıburnu Muharebeleri Raporu’nda şöyle anlatır:

“Sofya’da ataşemiliter iken Tekirdağ’da derdest-i teşkil bulunan (kurulmakta olan) 19 ncu Fırka Komutanlığına celbolundum (çağrıldım). Henüz fırkanın matlup veçhile (istenilen şekilde) teşkiline zaman kalmadan itilâf Devletlerinin Çanakkale Boğazı aleyhine tehditkâr bir vaziyet almaları üzerine fırkanın yalnız 57 nci alayı ile Maydos (Eceabat)’a hareket emrini aldım (25 Şubat 1915).”

İngiliz Donanması, iki Alman harp gemisinin (Goeben ve Breslau) Çanakkale Boğazı’na sığınmasından (10 Ağustos 1914) iki gün sonra (12 Ağustos) Boğaz önüne gelmiş, ama o günlerde Türkiye henüz tarafsız olduğundan Türkiye’nin Almanların yanında harbe girmesini teşvik etmemiş olmak için herhangi bir taarruzi harekette bulunmamıştı. Ancak Türkiye harbe girince Rusya’nın isteği üzerine İngiliz ve Fransız harp gemileri 2 Kasım 1914 günü Boğaz’ın girişindeki tabyalara ateş açmışlardı. Bu taarruz da bir gösteriden ileri gitmemişti. Şubat 1915’e kadar itilâf (Anlaşma) Devletlerinin Boğaz’a karşı hiçbir taarruzi hareketleri olmamıştı. Osmanlı İmparatorluğu’nun Süveyş Kanalı’na karşı giriştiği harekât başarısızlıkla sonuçlanıp (3 Şubat 1915), Mısır’da bulunan İngiliz birlikleri serbest kalınca İngiliz Harp Kabinesi, Fransa ile birlikte Boğazı aşmaya, İstanbul’u işgal ederek Osmanlı İmparatorluğu’nu barışa zorlamaya karar vermişti. Hazırlanan plâna göre Boğaz evvelâ donanmayla geçilecek, nakliye gemileriyle arkadan getirilecek kuvvetlerle Boğazlar ve İstanbul işgal edilecekti.

Harbin başlangıcından bu yana geçen altı ay içinde Türk Ordusu da Çanakkale Boğazı’ndaki birliklerini, özellikle topçusunu takviye etmiş, Boğaz sularına on sıra mayın döşemişti. Topçu, methal (giriş) ve merkez bataryaları olmak üzere iki grup halinde tertiplenmiş olarak Müstahkem Mevki Komutanlığı emrinde bulunuyordu.

İtilâf Devletleri donanması, plân gereği ilk önce methal bataryalarını susturmak için 19 Şubat 1915 günü bombardımana başladı.

O tarihte Gelibolu Yarım Adası’nın batı kıyıları karargâhı Gelibolu’da bulunan 3 ncü Kolorduya bağlı 7 nci, 9 ncu tümenler ile bir jandarma taburu tarafından savunulmaktaydı. 19 Şubat bombardımanından sonra muhtemel bir çıkarmaya karşı yarım adanın güney kesimini takviye kararı almış olan 3 ncü Kolordu Komutanlığı (Komutan Esat Paşa’dır) Atatürk’ün komutasındaki 19 ncu Tümen’in Tekirdağ’dan Maydos’a intikal ettirilmesine karar vermiştir.

Atatürk, Maydos’a intikalden sonrasını anlatmaya devam ediyor: “Maydos’ta İstanbul’dan gönderilen 72 nci ve 77 nci alaylar fırkaya ilhak edilerek fırka yeniden tesis ve teşkil edilmiştir. Zaten Maydos mıntıkasında bulunan 9 ncu Fırka’nın 26 nci ve 27 nci alayları ve bazı bataryaları dahi tahtı kumandama (komutam altına) verilerek Maydos mıntıkası kumandanlığı namı altında Ece Limanı ile Seddülbahir ve Morto Limanı dahil arasındaki sahilin muhafazasına memur oldum. Aldığım talimatlara nazaran hem mevki-i müstahkem kumandanlığının ve hem de 3 ncü Kolordu kumandanlığının tahtı emrinde bulunacaktım...

İşbu mıntıkada Balkan muharebesinin son safhasında Mirliva Fahri Paşa tahtı kumandasında bulunan Kuva-yı Mürettebe namı altındaki kuvvetlerin erkânı harbiyesi harekât şubesi müdür vazifesiyle bulunduğum sıralarda sahili ve sureti müdafaasını ariz-ü amik (enine-boyuna) tetkik etmiş idim. Bu tetkikatımdan hasıl olan kanaatime göre düşmanın ihraç teşebbüsünde, Seddülbahir ve Kabatepe civarındaki sahile aynı zamanda ihraç yapabilmesi mümkün ve buna mukabil işbu sahil aksamının düşmanın ihracına sahilde mani olacak surette müdafaası da mümkün ve lazım görülmüştür. Bu itibarla 26 nci ve 27 nci alaylar tarafından Kabatepe ve Seddülbahir sahil mıntıkalarında alınmış olan tertibatı tedafiiye bizzat gezilerek ve görülerek ve serdolunan nokta-i nazara (ileri sürülen görüşe) göre tadil edilmiş (değiştirilmiş) ve her halde mezkûr (sözü geçen) sahil parçalarının herbiri için birer alay kâfi görülmüş ve 19 ncu fırka bir alayı ile Sarafim Çiftliği’nde ve aksamı mütebakisiyle (geri kalan kısımlarıyla) Maydos’ta bulundurulmuştur.”

Demek ki, şubat ayının son günlerinden itibaren Atatürk, Maydos Bölgesi Komutanı olarak Ece Limanı’ndan, Seddülbahir dahil, Morto Limanı’na kadar Gelibolu Yarım Adası’nın batı kıyılarını korumakla görevlendirilmiştir; emrinde beş piyade alayı vardır.

Bu sırada düşman, Seddülbahir ve Kumkale’ye küçük ölçüde bir çıkarma yapmış ise de bu keşif ve tahrip amacıyla yapılmış bir hareketti.

18 Mart 1915’te düşman donanmasıyla Boğazı geçmeye teşebbüs etti. Bu düşman donanmasıyla kıyı topçusu arasında ve Müstahkem Mevki Komutanı Cevat Paşa (Çobanlı)’nın yönetiminde cereyan etmiş bir muharebedir. Bu muharebede düşmanın üç muharebe gemisi batmış, iki muharebe gemisiyle bir muharebe kruvazörü ağır yaralanmış, insan zayiatı çoğu ölü olmak üzere 800’ü bulmuş, bu durum karşısında düşman donanması 18 Mart akşama doğru Boğaz’dan çekilmek zorunda kalmıştı.

Boğazı donanma ile geçemeyen düşmanın yakında Gelibolu Yarımadası’na bir çıkarma yapmasının kuvvetli bir ihtimal olduğunu düşünen Türk Başkomutanlığı, 23 Mart 1915’te Gelibolu’da 5 nci Ordunun kurulmasına karar vermiş ve 25 Martta bu ordunun komutanlığına Alman Generali Liman von Sanders’i atamıştı.

26 Mart günü Gelibolu’ya gelen Liman von Sanders, emrindeki kuvvetleri üç gruba ayırmıştı:

Birinci Grup: 5 nci ve 7 nci Tümenler, Saros Bölgesinde;

İkinci Grup: 9 ncu Tümen, Gelibolu Yarımadası’nda;

Üçüncü Grup: 3 ncü ve 11 nci Tümenler, Boğaz’ın Asya yakasında,

Süvari Tugayı: Saros Körfezi’nin kuzey kıyılarını gözetlemekte,

19 ncu Tümen: Bigalı bölgesinde. Ordu ihtiyatında.

Liman von Sanders’in bu tertibatı düşmanın asıl kuvvetleriyle Saros Bölgesi’ne çıkacağını kabul etmiş olmasının sonucuydu. Halbuki Atatürk, incelemelerine göre düşmanın asıl kuvvetleriyle Kabatepe ve Seddülbahir bölgesine çıkacağı kanısına varmıştı. Olayların, Atatürk’ün stratejik değerlendirme yeteneğinin ne kadar yüksek olduğunu ortaya çıkardığını ileride göreceğiz.

Liman von Sanders’in emri üzerine Atatürk, korumakla yükümlü olduğu bölgeyi 9 ncu Tümen Komutanı Alb. Halil Sami Bey’e teslim ederek 19 Nisan 1915’te Tümeniyle 5 nci Ordu Genel İhtiyatı olarak Bigalı’ya intikal etti.

19 ncu Tümen’in Bigalı’da Ordu ihtiyatına alınmasından altı gün sonra, 25 Nisan 1915’te düşman çıkarma birliklerinin ilk kademesi Seddülbahir ve Arıburnu bölgelerine çıktı. Seddülbahir’e ilk çıkan kuvvetler 29 ncu İngiliz Tümeni ile I nci Fransız Tümeni’ne, Arıburnu’na çıkan kuvvetler Anzak (Australia New Zealand Army Corps) Kolordusu’na mensup birliklerdi. Atatürk, 25 Nisan günü sözü geçen raporunda şöyle anlatır:

“İşte o günlerden birinde, 12 Nisan (25 Nisan 1915) sabahı idi ki, Arıburnu’nda bir hadise cereyan etmekte olduğu işitilen gemi toplarının sesinden anlaşılmıştı.

Bütün fırka kıtaatının harekete hazırlık derecesi tezyit edildi (artırıldı). Bir taraftan Maydos Mıntıkası Kumandanlığından malûmata intizar etmekte (bilgi beklemekte) idim, diğer taraftan da ordunun emrine... Yalnız fırkanın süvari bölüğüne -istihsali malûmat (bilgi elde etmek) için-Kocaçimen istikametinde hareket etmesi emrini verdim.

Bu sırada idi ki, 3 ncü Kolordu Kumandanı Esat Paşa Hazretleriyle Gelibolu’dan telefonla görüşülmüştür. Müşarüniley (sözü geçen yüksek kimse) de henüz cereyan-ı ahval (olup bitenler) hakkında vazıh (açık) malûmat edinememiş olduğunu bildirmiştir, öğleden evvel saat altıbuçukta idi, Halil Sami Bey’den vürut eden (gelen) bir raporla düşmanın Anburnu sırtlarına çıktığı anlaşılıyor ve buna karşı benden bir taburun mezkûr (sözü geçen) düşmana karşı şevki isteniyordu. Gerek bu rapordan, gerek Maltepe’de icra ettiğim hususî tarassudat (yaptığım özel gözetlemeler) neticesinde bende hasıl olan kanaati katiye (kesin kanı), öteden beri imali fikir ettiğim (düşündüğüm) gibi, düşmanın Kabatepe civarında mühim kuvvetle karaya çıkmaya teşebbüsü, demek ki, vuku buluyordu. Binaenaleyh bu işin içinden bir taburla çıkmak mümkün olamayacağını, her halde evvelce tahmin ettiği gibi, bütün fırkamla düşmana incizabın (yönelmenin)* gayrı kabili içtinap (çekinilmesi olanaksız) olduğunu takdir ediyordum. Artık hiçbir şeye intizar etmeyerek (hiç bir şey beklemeyerek) karargâhımın bulunduğu Bigalı Köyü’nde ikamet eden birinci piyade alayı (57 nci Alay) ile Cebel (dağ) bataryasının derhal harekete geçmek üzere amade (hazır) bulundurulmalarını; kumandanlarının da emir almak üzere yanıma gelmelerini bildirdim...

Altı maddelik bir emir not ettirdim... Bundan başka, 3 ncü Kolordu Kumandanlığına telefonla arz edilmek üzere bir rapor yazdırdım. Vaziyeti ve vaziyetimi ve teşebbüsümü anlattım.

Bundan sonra kıtalarını yürüyüşe müheyya (hemen hazır) olarak içtima ettirmiş (toplamış) olan 57 nci Alay, -meşhur bir alaydır bu, çünkü hepsi şehit olmuştur- kumandanları ve sertabip (başhekim) ve bir yaverimle bir emir zabitim beraber olduğu halde içtima mahalline (toplanma yerine) gittim. Basit bir tertiple Bigalı Deresi boyunca giden yol üzerinde alayı bizzat yürüyüşe geçirerek Kocaçimen Tepesine tevcih ettim (yönelttim).

Yolda giderken kumandanlara olsun, sertabibe olsun şifahî, izahat-ı lâzime veriyordum (gerekli sözlü açıklamayı yapıyordum). Takip ettiğimiz dereden bizi Kocaçimen’e isal edecek (götürecek) muayyen bir yol olmadıktan başka, Kocaçimen’e varmak için atlamaya mecbur olduğumuz saha da pek ziyade fundalık, sa’bül-mürur (geçilmesi güç), kayalıklı derelerle malî (dolu) idi. Bir yol bulup kıtayı şevke delâlet etmesi için topçu tabur kumandanını tavzif ettim (görevlendirdim).

Bu zat kayboldu. Ondan sonra batarya kumandanını memur ettim. Bu da başını alıp Kocaçimen Tepesi’ne kadar gitmiş, delâletlerinden istifade edilemedi.

Bizzat yol bulmak ve müfrezeyi oradan sevk etmek suretiyle Kocaçimen Tepesi’ne muvasalat edildi (varıldı). Şimdi Kocaçimen Tepesi’ni tasavvur buyrun: Kocaçimen Şibicezirenin (yarımadanın) en yüksek tepesidir. Fakat Arıburnu noktası zaviye-i meyyite (ölü açı) içinde kaldığından buradan görülmüyor.

Orada denizde bulunan gemilerden ve zırhlılardan başka hiçbir şey görmedim. Düşmanın karaya çıkmış piyadesinin henüz oradan uzak olduğunu anladım. Efrat (erat) o müşkül araziyi bilâ tevakkuf kat’etmek (hiç durmadan geçmek) yüzünden yorulmuş ve yürüyüş umku (derinliği) pek ziyade derinleşmişti. Alay ve batarya kumandanına efradı tamamen toplayıp küçük bir istirahat vermelerini söyledim. Denizden mestur (örtülü) olarak on dakika kadar tevakkuf edecekler, sonra beni takip edeceklerdi. Ben de orada bir Aptalgeçidi vardır, o Aptalgeçidi’nden Conkbayırı’na gidecektim. Yanımda yaverim, emir zabitim ve sertabip ile oralarda tekrar bulduğumuz fırka cebel topçu tabur kumandanı olduğu halde evvelâ atlı olarak yürümeye teşebbüs ettik, fakat arazi müsait değidi. Hayvanları bıraktık, yaya olarak Conkbayırı’na vardık.

Şimdi burada tesadüf ettiğimiz sahne en enteresan bir sahnedir. Ve vakanın en mühim ânı bence budur.

Bu esnada Conkbayırı’nın cenubundaki (güneyindeki) 261 rakımlı tepeden sahilin tarassut ve teminine memuren (gözetleme ve korunması göreviyle) orada bulunan bir müfreze efradının Conkbayırı’na doğru koşmakta, kaçmakta olduğunu gördüm. Bizzat bu efradın önüne çıkarak:

— Niçin kaçıyorsunuz? dedim.

— Efendim düşman! dediler.

— Nerede?

— İşte, diye 261 rakımlı tepeyi gösterdiler.

Filhakika düşmanın bir avcı hattı 261 rakımlı tepeye yaklaşmış ve kemal-i serbesti ile (tamamen serbest olarak) ileriye doğru yürüyordu. Şimdi vaziyeti düşünün: Ben kuvvetlerimi bırakmışım, efrat on dakika istirahat etsin diye... Düşman da bu tepeye gelmiş... Demek ki, düşman bana benim askerlerimden daha yakın! Ve düşman, benim bulunduğum yere gelse kuvvetlerim pek fena vaziyette duçar olacaktı (düşecekti). O zaman artık bunu bilmiyorum, bir muhakeme-i mantıkiye (mantıki durum tartışması) midir, yoksa şevki tabiî (içgüdü) ile midir, bilmiyorum; kaçan efrada:

— Düşmandan kaçılmaz, dedim.

— Cephanemiz kalmadı, dediler.

— Cephaneniz yoksa, süngünüz var, dedim.

Ve bağırarak bunlara süngü taktırdım, yere yatırdım. Aynı zamanda Conkbayırı’na doğru ilerlemekte olan piyade alayı ile cebel bataryasının yetişebilen efradının marş marşla benim bulunduğum yere gelmeleri için yanımdaki emir zabitini geriye saldırdım. Bu efrat süngü takıp yere yatınca düşman efradı da yere yattı. Kazandığımız an bu andır.

Kolun başında bulunan bölük yetişti. Bu bölüğe cephanesiz bölüğü takviye ederek ateş açmasını emrettim. Yanıma gelmiş olan 57 nci Alay 2 nci Tabur Kumandanı Yüzbaşı Atâ Efendi’ye bütün taburu ile bu bölüğü takviye ederek 261 rakımlı tepe üzerinden düşmana taarruz etmesini emrettim. Cebel bataryasına Suyatağında mevzi aldırarak düşman piyadesi üzerine ateş açtırdım. Dereye saptığından biraz geciken diğer bir tabur, kumandanı üzerinden açılarak taarruza iştirak etti. Bundan sonra idi ki, Alay kumandanına bütün alayı ile benim tevcih ettiğim istikametlerde düşmana taarruz etmesini emrettim.

57 nci Alayın taarruza başlaması öğleden evvel saat on raddelerindeydi. O esnada 9 ncu Fırkaya mensup süvari zabitanından (subaylarından) mülâzımıevvel (üsteğmen) Mehmet Salih Efendi yanıma geldi ve 27 nci Alayın Kocadere garbındaki sırtlardan Kemalyeri üzerinde düşmanla muharebeye başladığını haber vedi. O zabitle mezkûr alay kumandanına, düşmanın sol cenahına (yanına) taarruz etmekte olduğumu, 27 nci Alayın da karşısındaki düşmana taarruz etmesini, henüz Bigalı civarında bulunan 19 ncu Fırka Kısmı Küllisini (büyük kısmını) Kocadere istikametine celp edeceğimi (çağıracağımı), bu emri kendisine irsal eden (getiren) süvari mülazımı Salih Efendi’yi tekrar nezdime iade etmekle (yanıma göndermekle) beraber benimle daima irtibatı muhafaza etmesini, muharebeyi Conkbayırı’ndan idare edeceğimi emrettim, bildirdim. Bigalı’da bulunan fırka erkânı harbine (tümen kurmayına) da emir atlısıyla bir emir gönderdim. Dedim ki:

“izzettin Bey, alay 72 Maltepe’ye tekarrüp etsin (yaklaşsın). Alay 73, Kocadere şarkına (doğusuna) tekarrüp etsin. Ve bu raporu 3 ncü Kolordu Kumandanına veriniz.”

Atatürk’ün 3 ncü Kolordu Komutanlığına sunulmak üzere 19 ncu Tümen Kurmayı Yzb. izzettin (Çalışlar)’a gönderdiği rapor şöyledir:

“Üçüncü Kolordu Kumandanlığına

Arıburnu Şimalindeki sırtlar
12 Nisan 1331 (25 Nisan 1915)
saat10.24 evvel (öğleden evvel)

Düşmanın karaya çıkmış bulunan piyadesi, Arıburnu ile Kabatepe arasında birbuçuk kilometre kadar bir cephedeki sırtları işgal etmiştir. 27 nci Alay, düşmanı şark cephesinde 800 m. işgal ediyor. Düşmanın tamamen sol cenahında 600 m. den taarruza başladım. Yalnız piyadeden ibaret olan düşmanı, bir alay tahmin ediyorum.”

Atatürk, o günkü muharebenin akışını anlatmaya devam ediyor: “Bir saat kadar ateş muharebesinden sonra düşmanın sol cenahından 261 rakımlı tepeye kadar ilerlemiş olan kıtaat-ı ricate (geri çekilmeye) mecbur edildi.

57 nci Alay, verdiğim emir üzerine düşmanı şiddetle takip ediyordu. 27 nci Alay kumandanından emrimin alınıp alınmadığına dair bir haber gelmedi. Bununla beraber, gerek bizzat benim, gerek yanımdaki zabitlerden tarassut için ileri gönderdiklerimin netice-i tarassudumuzdan (gözetleme sonuçlarımızdan) bu alayın da taarruz etmekte ve ilerlemekte olduğunu anladım.

Öğleden önce saat 11,5’da vaziyet bence şu idi:

Düşmanın karaya çıkmış olan kuvveti sekiz taburdan fazlaydı. Şimdi bu sekiz taburluk kuvvet kendisiyle gayrı mütenasip (gücüne uygun olmayan) gayet geniş bir cephe üzerinde 261’e kadar şimalden ve Kemalyeri’nin bulunduğu sırtların garp yamaçlarına kadar şarktan ilerleyebilmişti. Fakat bu uzun cephe hattı, ziyade manialı (çok engelli) bir takım derelerle kesik bulunuyordu; bu sebeple düşman kendi cephesinin hemen her noktasında zayıf idi. Conkbayırı şimalinde (kuzeyinde) mevzi alan 19 ncu Fırka’nın seri cebel bataryası (seri ateşli dağ bataryası) Arıburnu ihraç (çıkarma) noktasını ateş altına aldığı için düşmanın henüz ihraç etmeye devam ettiği kıtaatın (birliklerin) ihracı hem müşkülâta, hem de teahhura uğradı (hem güç, hem geç oldu). 57 nci Alayın Conkbayırı ve Suyatağı hattından 261 istikametinde ve cephe ile kesif olarak düşmanın pek nazik ve mühim olan sol cenahına yüklenmesi, iki taburdan ibaret olan 27 nci Alayın da Merkeztepe istikameti umumiyesinde (genel istikametinde) geniş cephe ile düşmana atılması düşmanı ricata (geri çekilmeye) mecbur etmiştir.

Fakat bence bu tabiye vaziyetinden daha mühim olan bir âmil vardır ki, o da herkes öldürmek ve ölmek için düşmana atılmıştı.

Bu öyle alelade bir taarruz değil, herkesin muvaffak olmak veya ölmek azmiyle harekete teşne olduğu bir taarruzdur. Hatta ben, kumandanlara şifahen verdiğim emirlere şunu ilâve etmişimdir:

— Size ben taarruz emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zaman zarfında yerimize başka kuvvetler ve kumandanlar kaim olabilir.

Fakat akşama kadar daha çok zaman vardır. Bu sıralarda idi ki, 9 ncu Fırka Kumandanından haber getiren bir zabit, düşmanın Kumtepe’ye kuvvet ihracına başladığını ve orada kuvvetimiz bulunmadığını, 19 ncu Fırkaca bu cihetin nazarı dikkate alınmasını, 9 ncu Fırka Kumandanının tekmil kuvvetleriyle Kirte’ye gittiğini bildiriyordu.

Kumtepe, Kilidülbahir’e en yakın ve pek müessir bir noktadır. Burasını müsamaha etmek (görmemezlikten gelmek) bütün maksatları ziyaa uğratabilir (bütün amacı kaybettirebilir). Binaenaleyh derhal hatırıma gelen şey, Arıburnu’nda muharebeye iştirak eden kuvvetleri taarruza devam ettirmek ve fırka kısmı küllisiyle bizzat Kumtepe’ye yetişmek oldu. Buna dair icap eden emirler verildi. Fakat fırka kısmı küllisine mülâki olmayı tercih ettiğim (tümen büyük kısmına katılmayı yeğlediğim) için hemen hareket ettim.”

Atatürk, Maltepe’ye geldiğinde Kolordu Komutanı Esat Paşa ile karşılaşıyor ve Kumtepe’ye çıkarma yapıldığına dair kendisine verilen bilginin doğru olmadığını öğreniyor. Bunun üzerine bütün kuvvetiyle Arıburnu’ndaki düşmana taarruza karar veriyor ve 77 nci Alayı, 27 nci Alayın solundan düşmanın sağ yanına taarruz ettiriyor.

19 ncu Tümenin bu taarruzu karşısında düşman kıyıya kadar çekiliyor; hatta bir kısmı sandallara binerek kaçmaya bile başlıyor. Ama karanlık basınca düşman yeniden karaya asker çıkarıyor. Bütün gece sürdürdüğü çıkarmayla karadaki kuvvetlerini takviye ediyor ve ertesi günü (26 Nisan) üstün kuvvetlerle taarruza geçiyor. Fakat birliklerimizin mukavemetini kıramıyor.

Atatürk, 27 Nisan günü iki piyade alayının daha emrine verileceğini öğrenince derhal taarruza karar veriyor; 19 Mayıs 1915’e kadar sürdürdüğü taarruz ve savunma muharebeleriyle kendi kuvvetlerinden çok üstün çıkarma kuvvetlerini daracık bir bölgede kalmaya mahkûm ediyor.

Yarbay Mustafa Kemal, Çanakkale muharebelerinin ilk ayında gösterdiği üstün başarı nedeniyle 1 Haziran 1915’te albaylığa yükseltildi.

Atatürk’ün Arıburnu Komutanlığı sırasında muharebeleri nasıl yüksek bir ruh haleti içinde, sarsılmaz azim ve iradeyle yönettiğini göstermesi bakımından şu emri çok ilginçtir:

“Benimle beraber burada muharebe eden bilcümle askerler katiyen (kesinlikle) bilmelidirler ki, uhdemize tevdi edilmiş (üzerimize verilmiş) namus vazifesini tamamen ifa etmek için bir adım geri gitmek yoktur. Hâb-u istirahat (rahat uyku) aramanın, bu istirahatten yalnız bizim değil, bütün milletimizin ebediyen mahrum kalmasına sebebiyet verebileceğini cümlenize hatırlatırım. Bütün arkadaşlarımın hemfikir olduklarına ve düşmanı tamamen denize dökmedikçe yorgunluk âsârı göstermeyeceklerine şüphe yoktur.”

Türk birliklerinin inatlı savunması karşısında üç aya yakın bir sürede fazla ilerleme kaydedemeyen Müttefik Komutanlığı, Limni Adası’na topladığı 50-60.000 kişilik bir kuvvetle yeni bir çıkarma yapmaya, asıl kuvvetleriyle Anafarta Limanı (Suvla Limanı) bölgesine çıkıp Tekketepe-Büyük Anafarta çizgisini ele geçirmeye ve buradan Eceabat yönünde ilerleyerek Boğaz tahkimatını düşürmeye karar verdi.

Bu plânın başarıya ulaşabilmesi için Arıburnu ve Seddülbahir bölgesinde bulunan Türk kuvvetlerinin tespit edilmesi lâzımdı. Anzak Kolordusunun kuzey kanadındaki 2 nci Avusturalya Tümeni bu maksatla Türk savunma cephesinin kuzey kesiminde bulunan 19 ncu Tümen bölgesine 6 ve 7 Ağustos 1915 günleri taarruz etti; fakat Mustafa Kemal’in aldığı önlemler ve yaptığı inatlı savunma nedeniyle ağır kayıplar vererek Cesarettepe önünde savumaya geçmek zorunda kaldı.

Arıburnu ve Seddülbahir cephesinde şiddetli muharebeler devam ederken, 6 Ağustos 1915 akşamı saat 22.00’de 10 ncu, 11 nci İngiliz tümenleri, Büyük ve Küçük Kemikli Burunlarının güney kıyılarına çıktı. Bu tümenler 7 Ağustos 1915 günü saat 3.00’e kadar Karakol Dağı-Softa tepe 10 Rakımlı Tepe)-Lâlebaba-Tuzla Gölü güneyi hattına kadar ilerledi. Kıyıdaki Türk birliklerinin çok zayıf olmasına rağmen İngilizler bu çıkarma sırasında 1.700 kişi kaybetmişlerdi.

Çıkarmayı haber alan 5 nci Ordu Komutanı Liman von Sanders, Saros Grubu Komutanı Albay Fayzi’ye 7 nci ve 12 nci tümenleri derhal Anafartalar kesimine yanaştırmasını ve 8 Ağustos 1915 günü düşmana taarruz ederek denize dökmesini emretti. Albay Feyzi, bu iki tümeni derhal harekete geçirdi ise de yürünen yol uzun (25-40 km.) olduğundan birliklerin yorgun ve arazi keşfi yapmamış olduklarını ileri sürerek taarruzun ertesi güne bırakılmasını teklif etti. Bunun üzerine Liman von Sanders Albay Feyzi’yi görevinden aldı ve 8 Ağustos 1915 gün ve saat 21.45 işaretli emriyle askeri niteliklerini çok taktir ettiği ve her bakımdan güvendiği Albay Mustafa Kemal’i Anafartalar Grup Komutanlığına atadı. Mustafa Kemal, 9 Ağustos 1915 günü saat 4.1 o’da Anafartalar Grup Komutanlığını ele aldı. 9 Ağustos günü yaptığı taarruzla İngiliz birliklerini kıyıya attı; ancak güney kanadında beliren tehlike üzerine 9 Ağustos akşamı 7 nci ve 12 nci tümenlerin taarruzla ele geçirdikleri en ileri hatta savunmaya geçmelerini emrederek, 8 nci Tümen Karargâhının bulunduğu Conkbayırı bölgesine gitti ve 10 Ağustos sabahı 8 nci tümeni taarruza geçirerek bu bölgedeki tehlikeli durumu da düzeltti. Böylece Anafartalar Bölgesine hâkim arazinin Türk birliklerinin elinde kalmasını sağlamış oldu. Bu durumda Akdeniz Seferi Kuvvetleri Komutanı General Hamilton, 10 Ağustos günü akşamı artık taarruza devamın bir yararı olmayacağını düşünerek İngiliz birliklerinin savunmaya geçmelerini emretmek zorunda kaldı.

Mustafa Kemal, 8 nci Tümen Karargâhının bulunduğu Conkbayırı’nda geçirdiği geceyi ve ertesi gün cereyan eden olayları şöyle anlatır:

“Bütün geceyi pek rahatsız ve uykusuz geçirdim. Bir taraftan Anafartalar mıntıkasından gelen raporlar ve bahusus (özellikle) yanlış fakat mühim haberler beni bizzat işgal ettiği gibi, bir taraftan da evvelki günlerin nekbetli (talihsiz) neticelerinde kıtasını, âmirini kaybetmiş ve hâlâ bulamamış bir takım kumandanların doğrudan doğruya bana müracaatı bir dakika bile istirahate imkân bırakmadı. Karargâhımdan bana mülaki olabilen (katılabilen) bazı zabitleri sekizinci fırkanın iştigal ve tertibatını anlamak üzere gönderdim. Bu zabitlerden bilhassa erkânıharbiye yüzbaşısı Hidayet Efendi hücum istihzaratını (hazırlıklarını) tetkik için fedakârane ifayı hizmet etti.

41 nci Alay hücum anına kadar gelmedi. Yanlış yere gitmiş. Badehu (daha sonra) gelebildi. 8 nci fırka tertibatını almıştı: 23 ncü Alay, iki taburu birinci hatta harp nizamında, bir taburu da bu hattın gerisinde olmak üzere Conkbayırı’na taarruza hazırlanmıştı. 28 nci alay da aynı hizada Şahinsırta hücum tertibatını ikmal etmişti. Fecir olmak üzere idi.

Çadırımın önüne çıktım. Hücum edecek askeri görüyordum. Oradan hücumun icrasına intizar edecektim (yapılmasını bekleyecektim).

Gecenin perde-i zâlâmı (karanlık perdesi) tamamen kalkmıştı. Artık hücum ânı idi. Saatime baktım. Dört buçuğa geliyordu. Birkaç dakika sonra ortalık tamamen ağıracak ve düşman askerlerimizi görebilecekti.

Düşmanın piyade, mitralyöz ateşi başlarsa ve kara ve deniz toplarının mermileri bu sıkı nizamda duran askerimizin üzerinde bir defa patlarsa, hücumun ademi imkânına (olanaksız hale geleceğine) şüphe etmiyordum. Hemen ileri koştum. Fırka Kumandanına tesadüf ettim. O da ve her ikimizin refakatimizde bulunanlar beraber olduğu halde hücum safının önüne geçtik. Gayet seri ve kısa bir teftiş yaptım. Önünden geçerek yüksek sesle askerlere selâm verdim ve dedim ki:

— Askerler! karşımızdaki düşmanı mağlup edeceğimize hiç şüphe yoktur. Fakat siz acele etmeyin. Evvelâ ben ileri gideyim. Siz, ben kırbacımla işaret verdiğim zaman hep birden atılırsınız!

Kumandan ve zabitlere de işaretime askerlerin nazarı dikkatini celbetmelerini emrettim.

Ondan sonra hücum safının önünde biryere kadar gidildi ve oradan kırbacımı havaya kaldırarak hücum işaretini verdim.

Bütün askerler, zabitler, artık her şeyi unutmuşlar, nazarlarını, kalplerini, verilecek işarete merkuz (dikilmiş) bulunduruyorlardı. Süngüleri ve bir ayakları ileri uzatılmış olan askerlerimiz ve onların önünde tabancaları, kılınçları ellerinde zabitlerimiz kırbacımın aşağı inmesiyle ahenin (demirden) bir kitle gibi şîrâne (aslanca) bir savletle (saldırışla) ileri atıldılar. Bir saniye sonra düşman siperleri içinde âsumânî bir gulguleden (gökgürültüsünü andıran bir uğultudan) başka bir şey işitilmiyordu: Allah, Allah, Allah!

Düşman silâh istimaline (kullanmaya) vakit bulamadı. Boğaz boğaza kahramanca mücadele neticesinde ilk hatta bulunan düşman kamilen imha edildi.

Dört saat mücadeleden sonra 23 ncü ve 24 ncü alaylarımız Conkbayırı’nı kamilen düşmandan tathir (temizledikten) ve 28 nci Alay dahi Şahinsırt’ın en yüksek sırtını istirdat eyledikten (aldıktan) sonra Sarı tarla, Ağıldere üzerine garba (batıya) saldırdılar. Önüne tesadüf eden düşman kıtaatını mağlup ve münhezim ediyorlardı (yeniyor ve bozguna uğratıyorlardı).

28 nci Alayın bir kısmı Şahinsırt’ın Boyun noktasına yerleştirilmiş olan düşman mitralyözlerinin (ağır makinalı tüfeklerinin) müessir ateşinden daha ileri gidememişti.

Conkbayırı tepesi askerlerimizin eline geçtikten sonra düşman karadan ve denizden tevcih ettiği seri ve kesif topçu ateşiyle Conkbayırı’nı cehenneme çevirmişti.

Semadan şarapnel, demir parçaları yağmuru yağıyordu. Büyük çaplı deniz toplarının tam isabetli daneleri yerin içine girdikten sonra patlıyor, yanımızda, kenarımızda büyük lağımlar açıyordu. Bütün Conkbayırı kesif dumanlar ve ateşler içinde kaldı. Herkes mütevekkilâne akıbete muntazır duruyordu (işi Tanrıya bırakmış, sonucu bekliyordu). Etrafımız şüheda ve mecruhîn (şehit ve yaralılar) ile doldu.”

İşte Conkbayırı muharebelerinin cereyan ettiği bu 10 Ağustos 1915 günü, gözetleme yerinde muharebenin gidişini izlerken Atatürk’ün göğsünün sağ tarafına bir şarapnel parçası çarpar ve cebindeki saati parçalar; vücuduna fazla girmez; yalnız derince bir kan lekesi bırakır. Atatürk, bu parçalanmış saati daha sonra o günün hatırası olmak üzere Ordu Komutanı Liman von Sanders’e verir. O da aile asalet armasını taşıyan bir saati Atatürk’e hediye eder.

Anafartalar ve Conkbayırı muharebelerinden sonra Çanakkale cephesinde önceki günlere göre bir durgunluk olur. Bu arada Başkomutan vekili Enver Paşa, Çanakkale cephesini dolaşır; diğer grupları ziyaret ettiği halde Albay Mustafa Kemal’in komuta ettiği Anafartalar Grubu’na uğramaz. Bunu bir onur konusu yapan Atatürk, Ordu Komutanı Liman Paşa’ya istifasını sunar. Bu olay, Atatürk’ün kişisel onuruna verdiği önemi göstermesi bakımından ilginçtir. Bu istifa dilekçesini alan Ordu Komutanı’nın Başkomutan Enver Paşa’ya yazdığı mektup ise Liman von Sanders’in Atatürk’e verdiği değeri göstermesi bakımından daha da ilginçtir.

Liman Paşa’nın mektubu aynen şöyledir.

Ekselans

17.7.1331

Enver Paşa,

(30 Ekim 1915)


Osmanlı imparatorluğu Ordusu ve Donanması Başkumandan Vekili, Zat-ı Şahanenin Yaver-i Ekremi.

Ekselansınıza, Albay Mustafa Kemal Bey’in yazılı bir dilekçe ile hizmetten ayrılmasını dilemiş olduğunu bildirmekle şeref duyarım.

Bu dilekçeyi destekleyemem. Çünkü Mustafa Kemal Bey’i, vatanının bu büyük savaşta hizmetlerine muhakkak surette muhtaç olduğu, çok müstesna kabiliyetli, becerikli ve cesur bir subay olarak tanıdım ve takdir ettim.

Albay Mustafa Kemal Bey, beş ay önceki ilk karaya çıkış hareketinden beri 19 ncu Tümenin başında parlak şekilde savaşmış ve İngilizlerin Anafarta kanadında son büyük çıkarma hareketleri esnasında müşkül bir anda kumandayı üzerine almak zorunda kalmıştır; çünkü bu hususta görevlendirilmiş olan 16 ncı kolordu Komutanı, 17 nci ve 12 nci tümenlerle hücuma geçmesi için verilen mükerrer emirleri yerine getirmemiştir.

Albay Mustafa Kemal Bey, burada da görevini o kadar büyük bir cesaret ve iyi, açık bir tertibat ile ifa etti ki, kendisine -vazifem icabı olarak-takdirimi ve şükranımı tekrar tekrar ifade ettim.

Albay Mustafa Kemal Bey ayrılmak istiyor; çünkü Ekselanslarının, İmparatorluk Ordusu Başkumandan Vekili ve en yüksek üstünün güvenine sahip olmadığı kanısındadır. O, bilhassa Ekselansınızın son defa burada bulundukları sırada, diğer üç grup komutanını ziyaretinizle şereflendirirken -o zaman ve halen hasta olmasına rağmen- kendisini aramamış olmanızdan bunun çıktığına inanıyor.

Ben Albay Mustafa Kemal Bey’e ziyaretin sırf zamanın darlığı yüzünden yapılamadığını ve Ekselansınızın kendisinin hizmetlerini her halde takdir ettiklerini ifade ettim.

Şimdilik ilişikte sunmadığım ayrılma dilekçesini, Ekselanslarınızın güvenini belirtmek suretiyle reddetmek lutfunda bulunmalarını rica ediyorum.


Ekselanslarınızın en derin hürmetkarı
Liman von Sanders”


Bunun üzerine Enver Paşa, Atatürk’e şu teli çeker: “Anafartalar Grubu Kumandanı

Miralay Mustafa Kemal Bey’e
Zata mahsustur.

Rahatsızlığınızı işittim, mütessir oldum. Son defaki Çanakkale’yi ziyaretimde muhtelif mevazii (mevzileri) görmek istediğimden sizi ziyarete vakit kalmamıştı, inşallah yakında tamamen kesbi afiyet eyler ve bugüne kadar olduğu gibi kumanda ettiğiniz kıtaatın başında muvaffakiyetle ifayı vazife eylersiniz.


Enver”


Ayrıca Liman Paşa’ya da şu teli gönderir: “Liman Paşa Hazretlerine Mahrem; zata mahsustur. Tahrirat-ı samilerini (yüce yazılarınızı) aldım. Arzu-yi devletleri veçhile Mustafa Kemal Bey’e yazdım.


Enver”


Enver Paşa’nın teline Atatürk, şu cevabı verir:

“Başkumandan Vekili Enver Paşa Hazretlerine
Zata mahsustur.

Rahatsızlığımdan dolayı iltifat ve teveccühatı samilerine arz-ı teşekküratı mahsusa eylerim. Bendenizi an-karip (yakında) hudusu (çıkması) memul vekayi için ihzar olunan kuvvetin başında da bulundurarak zat-ı devletlerine daha büyük hidemat (hizmetler) ifasına mazhariyetle taltif buyuracağınızdan eminim.


21 Eylül 331 (4 Kasım 1915)
Anafartalar Grubu Kumandanı
Miralay
Kemal”10


Atatürk’ün “yakında çıkması beklenen olaylar” sözüyle neyi kastetmiş olduğunu bilmiyoruz. Yalnız o günlerde ilgili Türk karargâhlarında Müttefiklerin kış gelmeden Gelibolu’dan çekilecekleri kanısı hâkimdir. Çünkü yedi aydır bir ilerleme kaydedemeyen birliklerin kış aylarında taarruza devamının daha güç olacağı gibi bu birliklerin kışın kötü, havalarda denizden ikmalinin de çok zor olacağı düşünülmektedir. Nitekim öyle olmuş, Ocak 1916 başında Müttefikler Gelibolu Yarımadası’nı tamamen boşaltmışlardır.

îşte Atatürk o günlerde devamlı surette bir karşı taarruz yapılmasını, düşmanın elini kolunu sallayarak çekilmesine meydan verilmesini önermekte ve savunmaktadır. Fakat Ordu Komutanı düşman gemilerinin açacağı yoğun topçu ateşi altında ağır zayiat verileceğini ileri sürerek kabul etmemektedir.

Gerek bu karşı taarruz önerisinin reddi, gerekse yapılan bir emir komuta değişikliğiyle kendisinin vekâlet etmekte olduğu 16 ncı Kolordu Komutanlığına bir Alman Subayının (Albay Kaninkiser) atanması ve bu alman subayı emrinde, kolordu komutanlığı yetkisiyle de olsa, bir grup komutanı durumuna düşürülmesi Atatürk’ü çok üzmüş ve ikinci kez istifa dilekçesi vermiştir.

Mustafa Kemal’i çok takdir eden Ordu Komutanı Liman von Sanders, bu kez de araya girdi; dilekçeyi geri aldırdı ve Atatürk’ün bir ay hava değişimiyle İstanbul’a gitmesini sağladı.

Atatürk, anılarında bu ayrılış olayını, nedenlerine hiç değinmeden, kısaca:

“10 Aralık 1915’te sağlık durumum dolayısıyla Grubun emir ve komutasını 5 nci Kolordu Kumandanı Mirliva Fevzi Paşa’ya (Mareşal Fevzi Çakmak) bırakarak ayrıldım.” şeklinde ifade eder. 11

Atatürk’ün 19 ncu Tümen ve Anafartalar Grup Komutanı olarak Çanakkale savaşlarında kazanmış olduğu başarılar, sade Osmanlı başkentini düşman işgalinden kurtarmakla kalmamış harbin akışını değiştirmiştir. Rusya müttefikleri tarafından desteklenemediğinden Çarlık çökmüş, yerine kısa bir aradan sonra bugünkü komünist rejim kurulmuştur. Harp uzamış, dört yıl süren harpte ağır zayiat veren galip devletler de çok yorgun ve bitap duruma düşmüşlerdir. Çarlığın çökmesi, galip devletlerin yorgunluğu, güçsüzlüğü harbin başında Osmanlı împaratorluğu’nun geleceği hakkında düşündüklerini gerçekleştirmelerine engel olmuştur.

Atatürk’ün bu başarısını İngiliz Resmi Harp Tarihi şöyle dile getirmektedir:

“Liman von Sanders’in bugün Türkiye’yi idare etmekte olan ve o zaman bir tümen komutanlığında bulunan mukadderatın adamından aldığı kuvvet ve ilhamın yüksek kıymetine paha biçmek imkânsızdır.

Anzak Kolordusunun 25 Nisan’da ilk ihraç gününde hedefini zaptetmeye muvaffak olamayışının en birinci âmili bu subayın bizzat mevcudiyeti ve vaziyete hâkim olmasıdır. Müşarünileyhin (adı geçen yüksek kişinin) 9 Ağustos’ta bir an içinde şimal mıntıka komutanlığına tayin edilerek burada gösterdiği yüksek cesaretli hareketlerdir ki, 9 ncu Kolordunun ilerlemesine mani olmuş ve bunu durdurmuştur. Yirmidört saat sonra müşarünileyhin bizzat yaptığı bir keşiften sonra Conkbayırı’nda yaptığı çok parlak bir mukabil taarruz neticesinde Türkler Sarıbayır Sırtları üzerinde gayrı kabili zapt bir mevziye yerleştiler. Tarihte, bir tümen komutanının üç muhtelif yerde vaziyete nüfuz ederek yalnız bir muharebenin gidişine değil, aynı zamanda bir seferin akıbetine ve belki bir milletin mukadderatına tesir yapacak vaziyet ihdas etmesine nadiren tesadüf edilir.”12

Şiirler


BİR YOLCUYA

( Bu şiir Gelibolu yamaçlarında yazıldı.)

Dur yolcu! Bilmeden gelip bastığın,
Bu toprak, bir devrin battığı yerdir.
Eğil de kulak ver, bu sessiz yığın,
Bir vatan kalbinin attığı yerdir.

Bu ıssız, gölgesiz yolun sonunda,
Gördüğüm bu tümsek, Anadolu’nda,
İstiklal uğrunda, namus yolunda,
Can veren Mehmed’in yattığı yerdir.

Bu tümsek, koparken büyük zelzele,
Son vatan parçası geçerken ele,
Mehmed’in düşmanı boğuldu sele,
Mübarek kanını kattığı yerdir.

Düşün ki, hasrolan kan, kemik, etin
Yaptığı bu tümsek, amansız, çetin,
Bir harbin sonunda, bütün milletin,
Hürriyet zevkini tattığı yerdir.

NECMETTİN HALİL ONAN


ÇANAKKALE ŞEHİTLERİNE

Şu Boğaz Harbi Nedir? Var mı ki dünyada eşi?

En kesif orduların yükleniyor dördü beşi,

-Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya

Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya,

Ne hayasızca tahaşşüd ki ufuklar kapalı!

Nerde-gösterdiği vahşetle “bu: bir Avrupalı”

Dedirir-yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi

Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yahut kafesi!

Eski Dünya, Yeni Dünya bütün akvam-ı beşer

Kaynıyor kum gibi, Mahşer mi, hakikat mahşer.

Yedi iklimi cihanın duruyor karşında,

Osrtralya’yla beraber bakıyorsun ; Kanada!

Çehreler başka, lisanlar, deriler rengarenk.

Sade bir hadise var ortada : Vahşetler denk.

Kimi Hindu, kimi Yamyam, kimi bilmem ne bela...

Hani tauna da zuldür bu rezil istila...

Ah o yirminci asır yok mu, o mahluk-i asil,

Ne kadar gözdesi mevcut ise hakkiyle sefil,

Kustu Mehmetçiğin aylarca durup karşısına;

Döktü karnındaki esrarı hayasızcasına,

Maske yırtılmasa hala bize affetti o yüz ...

Medeniyet denilen kahbe, hakikat yüzsüz.

Sonra mel’undaki tahribe müvekkel esbab,

Öyle müthiş ki: Eder her biri bir mülkü harab.

Öteden saikalar parçalıyor afakı;

Beriden zelzeleler kaldırıyor a’makı;

Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;

Sönüyor göğsünün üstünde o aslan neferin.

Yerin altında cehennem gibi binlerce lağam,

Atılan her lağımın yaktığı: Yüzlerce adam.

Ölüm indirmede gökler, ölü püskürtme de yer

O ne müthiş tipidir: Savrulur enkaaz-ı beşer...

Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,

Boşanır sırtlara, vadilere, sağnak sağnak.

Saçıyor zırha bürünmüş de namerd eller,

Yıldırım yaylımı tufanlar, alevden seller.

Veriyor yangını, durmuş da açık sinelere,

Sürü halinde gezerken sayısız tayyare.

Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler...

Kahraman orduyu seyret ki bu tehdide güler!

Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından;

Alınır kal’a mı göğsündeki kat kat iman?

Hangi kuvvet onu, başa, edecek kahrına ram?

Çünkü te’sis-i ilahi o metin istihkam.

Sarılır, indirilir mevki’-i müstahkemler,

Beşerin azmini tevkif edemez sun’-i beşer;

Bir göğüslerse Huda’nın edebi serhaddi;

“O benim sun’-i bediim, onu çiğnetme” dedi.

Asım’ın nesli... diyordum ya... nesilmiş gerçek:

İşte çiğnetmedi namusunu, çiğnetmeyecek.

Şuheda gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar...

O, rukü olmasa, dünyaya eğilmez başlar,

Vurulup tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,

Bir hilal uğruna, ya Rab, ne güneşler batıyor!

Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker!

Gökten ecdad inerek öpse o pak alnı değer.

Ne büyüksün ki, kanın kurtarıyor Tevhid’i...

Bedr’in aslanları ancak, bu kadar şanlı idi.

Sana dar gelmeyecek makber’i kimler kazsın?

“Gömelim gel seni tarihe”desem, sığmazsın.

Herc ü merc ettiğin edvara da yetmez o kitab...

Seni ancak ebediyetler eder istiab.

“Bu, taşındır” diyerek Ka’be’yi diksem başına;

Ruhumun vayhini duysam da geçirsem taşına;

Sonra gök kubbeyi alsam da, rida namıyle;

Kanayan lahdine çeksem bütün ecramıyle;

Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan;

Yedi kandilli Süreyya’yı uzatsan oradan;

Sen bu avizenin altında, bürünmüş kanına;

Uzanırken, gece mehtabı getirsem yanına,

Türbedarın gibi ta fecre kadar bekletsem;

Gündüzün fecr ile avizeni lebriz etsem;

Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana...

Yine bir şey yapabildim diyemem hatırına.

Sen ki, son ehl-i salibin kırarak savletini,

Şarkın en sevgili sultanını Salahaddin’i,

Kılıç Arslan gibi iclaline ettin hayran...

Sen ki, İslam’ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,

O demir çemberi göğsünde kırıp parçaladın;

Sen ki, ruhunla beraber gezer ecramı adın;

Sen ki, a’sara gömülsen taşacaksın... Heyhat,

Sana gelmez bu ufukalar, seni almaz bu cihat...

Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber,

Sana ağuşunu açmış duruyor Peygamber.


MEHMET AKİF ERSOY


ÇANAKKALE

“Söyle arkadaşım “dedi Anadolulu Mehmet
Yanıbaşında ki Anzak erine
“Nerelerden kopup gelmişin
Neden çökmüş bu mahsunluk üzerine”
“DÜNYANIN ÖBÜR UCUNDAN” dedi gencecik Anzak
“Öyle yazmışlar mezar taşıma
Doğduğum yerler öylesine uzak
Örtündüğüm topraksa gurbet bana”

“Dert edinme arkadaşım” dedi Mehmet
“Değil mi ki yurdumuzun koynundasın ilelebet
Sende artık bizdensin
Sende bencileyin bir Mehmet”

Çanakkale toprağının
Üstü cennet altı mezar
Kavga bitmiş mezarlarda
Kaynaş olmuş yiten canlar
“Ya sen” dedi Mehmet
Oyun çağındaki İngiliz erine
“Yaşın ne senin kardeş
böylesine erken buralarda işin ne”

“Yaşım sonsuza dek on beş”
dedi ufak tefek İngiliz eri
“Köyümde askercilik oynar
coştururdum trompetle bizimkileri

Derken kendimi cephede buldum
Oyun muydu gerçek miydi anlamadan
Bir sahici kurşunla vuruldum
Sustu boynumdaki trompet

Son verildi böylece oyundan bozma işime
Gelibolu’da bana bir yer kazıldı
Mezar taşıma ON BEŞİNDE TRAMPETÇİ yazıldı
Öyküm de künyem de bundan ibaret

Yağmur yağıyordu usul usul toprağa
Gözyaşları düşerek üstüne sanki
Damla damla ağlıyordu uzaktan uzağa
Sahibini yitiren bir trompet
“Ya sizler” dedi Mehmet
Dünyanın dört kıtasından
Mezar dolusu erlere
“Hangi rüzgar savurdu sizleri
bu bilmediğiz yerlere”

Kimi İngiliz’di kimi İskoç
Kimi Fransız dı kimi Senegalli
Kimi Hintli kimi Nepall
Kimi Avustralya’ dan Yeni Zellanda ’dan Anzak
Gemiler dolusu asker
Her biri niye geldiğinden habersiz
Gelibolu’nun oya gibi koylarından sızarak
Tırmanmışlardı dağa bayıra
Siper siper yara gibi yarılan toprak
Mezar olmuştu savaş ardından onlara

Kiminin BURADA YATTIĞI SANILIR
Kiminin ADI BİLİNSE DE MEZARI BİLİNMEZ
Kiminin de mezar taşında
On altı,on yedi on sekiz yaşında
EBEDİ İSTİRAHATE ÇEKİLDİĞİ yazılı
Çanakkale topraklarında
Her birinin erken biten yaşam öyküsü
Eski yazıtlar gibi taşlara böyle taşlara böyle kazılı
“anlamaz mıyım”dedi “halinizden kardeşler”
adına yazılı taşı bile olmayan asker
Anadolulu Mehmet

“Bende yüzyıllarca yaban ellerde
Neyin uğruna bilmeden can vermişim
Kendi yurdum uğruna can vermenin tadına
İlk kez Çanakkale’ de ermişim

Uğrunda can verdikçe vatanlaştı ancak
Ekip biçtiğim padişah mülkü toprak
Değil mi ki sizler alamazsanız bile
Bu topraklar almış sizleri basmış bağrına
Sizlere de vatan sayılır artık Çanakkale “

Çanakkale toprağının
Üstü cennet altı mezar
Kavga bitmiş mezarlarda
Kaynaş olmuş yiten canlar

Bir garip savaştı Çanakkale Savaşı
Kızıştıkça kızgınlığı dindiren
Ara verdikçe ateşe düşmanı kardeşe
Döndüren bir savaş
Kıyasıya bir savaştı
Ama saygı üreten bir savaş
Yaklaştıkça birbirine
Karşılıklı siperler
Gönüllerde yakınlaştı
Düştükçe vuruşanlar toprağa
Dostlar gibi kaynaştı

Savaş bitti
Ölenler kaldı sağlar gitti
Köylü köyüne döndü evli evine

Kır çiçekleri geldiler akın akın
Çekilen askerlerin yerine
Yaban gülleri dağ laleleri papatyalar
Kilim kilim yayıldılar toprağa
Siper siper
Toprağın savaş yaralarını örttüler
Koyunlar koruganları yuva yaptı kendine
Kuşlar döndü gökyüzüne kurşunların yerine
Çiçeğiyle yemişiyle yeşiliyle
Silah yerine sapan tutan elleriyle
Geri aldı savaş alanlarını doğa
Can geldi toprağa silindikçe kan izleri

Yeryüzünde cennet oldu öylece
O cehennem savaş yeri

Şimdi Çanakkale Gelibolu
Bahçe bahçe
Ülke ülke
Mezar dolu

Üstü cennet altı mezar
Çanakkale toprağının
Kavga bitirmiş mezarlarda
Kaynaş olmuş yiten canlar
“Huzur içinde uyusun”
Vuruştukları topraklarda
Kavgadan kinden uzakta
Yanyana dostça yatanlar


BÜLENT ECEVİT

Hava harekatı


İlk motorlu uçağın uçuşundan yedi yıl gibi kısa bir süre geçtikten sonra, 1910 yılında uçaklardan askeri amaçlarla yararlanma düşüncesi ortaya çıkmış ve takip eden yıllarda uçak, yeryüzünde etkin bir taarruz silahı olarak kullanılmaya başlanmıştır.

Dünyadaki bu gelişmeyi yakından izleyen ve önemini değerlendiren zamanın Harbiye Nazırı Mahmut Şevket Paşa’nın direktifiyle, 1911 yılında, Genelkurmay başkanlığı bünyesinde askeri havacılıkla ilgili bir şube oluşturulmuş ve Türk Askeri havacılığı’nın temeli olan teşkilat kurulmuştur.

Bu yeni silahın edinilmesine büyük önem veren Mahmut Şevket Paşa maaşının bir kısmını bağışlayarak uçak alımı için kampanya başlatmış ve bu kampanyaya başta padişah Sultan Reşat olmak üzere Donanma Cemiyeti, subaylar ve bazı zenginler iştirak etmiştir. İki uçaklık para, kısa zamanda toplanmış ve Fransa’dan biri 25 Beygirlik, biri de 50 Beygirlik iki uçak satın almıştır.

Müteakiben, Yeşilköy Safra düzlüğünde Kara tayyare Mektebi, Yeşilköy Feneri yakınlarında da deniz tayyare Mektebi kurulmuş ve havacı personel yetiştirilmek üzere ordu ve donanmadan istekli subaylar seçilmiştir.

Çanakkale Muharebeleri başladığı zaman dünya ve Türk askeri havacılığı mütevazı ve geliştirilmeye muhtaç bir durumda idi.

Çanakkale Muharebeleri havacılık yönünden, yeni silahın gerçek değerinin anlaşıldığı ve bugünkü modern hava kuvvetlerinin temelini atan kahramanları kavramaya çalışırken, icra edilen hava harekatının sadece o günkü müşterek harekata katkısı değil aynı zamanda bugünkü havacılığımıza olan katkısı da düşünülmekte ve hava kuvvetlerinin temelinin atılarak, hava stratejisi ve taktiklerinin oluşturulmaya başlandığı bir harekat noktası olarak değerlendirilmektedir.

Havacılık açısından işte böyle bir ortam içinde, 2 Ağustos 1914 günü seferberlik ilan edilmiş ve buna paralel olarak Yeşilköy’de bulunan deniz uçaklarından 2’si İzmir, birisi de Çanakkale Müstahkem Mevzi Komutanlığı emrine verilmiştir.

25 Ağustos 1914 tarihinde Çanakkale Nara Meydanı’na konuşlandırılan Nievport tipi deniz uçağı ile, Deniz Yzb. Savmi, Ütğm. Fazıl ve Ütğm. Cemal’in yaptığı keşif uçuşları sayesinde, bölgedeki İngiliz ve Fransız gemilerinin faaliyetleri izlenmeye başlanmıştır.

18 Mart 1915 tarihine kadar olan dönemde yapılan başarılı hava keşif görevleri hem düşmanın elindeki gemi tip ve miktarını tespit, hem de taarruz hazırlıklarını devamlı takip imkanı sağlamıştır.

18 Mart 1915 günü, havacılarımız erken saatlerde yaptıkları keşif raporunu vermişlerdir.

“ Bozcaada önünde, 40 düşman gemisi sayıldı. Bunlardan; 19’u ağır, 3’ü hafif olmak üzere 22’si kruvazör, diğerleri; şilep, destek gemisi ve uçak gemisidir. Sayıları tam olarak saptanamayan denizaltılar görülmüştür. 6 adet zırhlı İngiliz gemisi, muharebe düzeninde boğaza doğru ilerlemekte ve Fransız gemileri de demir almaktadır. ”

Bir süre sonra, boğaza giren ve kıyı bataryalarını şiddetle bombardıman eden düşman donanma topçusuna, Ark Royal uçak gemisinden havalanan İngiliz uçakları da ateş tanziminde geniş çapta yardım etmiştir.

18 Mart günü öğleden sonra, havacılarımıza; Limni Adası civarındaki düşman kuvvetlerinin durumunu keşfetmeleri emredilmiştir.

Bir saat içinde görev bölgesine ulaşan pilotlar Mondros Koyu’nda 13 harp, 4 nakliye, 29 kömür gemisi olmak üzere toplam 46 geminin bulunduğunu, ayrıca Fransızların Gaulois gemisinin sahil topçumuzun ateşi ile Çanakkale ağzında yara aldığını rapor etmiştir.

Çanakkale Muharebeleri süresince, karşılıklı keşif harekatı devam ederken; Türk havacıları, o tarihler için başarılı sayılabilecek diğer hava görevlerini de icra etmişledir. Bu görevlerden biri 18 Nisan 1915’de yapılmıştır.

O gün Çanakkale Boğazı bölgesinde gittikçe kuvvetlenen ve hava üstünlüğü kurmasından endişe edilen düşman hava gücünü tesirsiz hale getirmek maksadıyla, Bozcaada’da 18 düşman uçağının konuşlandığı meydana hava taarruzu planlamıştır. Ancak bu meydandaki uçaklar, keşif görevi için daha önceden kalktığından, havada karşılaşılmış, kısa bir hava muharebesinden sonra zayiatsız olarak meydana dönülmüştür. Bu görev amacına ulaşmadıysa da, asli taktik hava görevlerinden olan “mukabil hava harekatı” nın ilk ve tipik bir uygulaması olması açısından önem taşımaktadır.

Türk uçaklarının meydan taarruzu planlamasından esinlenen İngilizler aynı gün üçer uçaklık iki kol ile meydanımıza taarruz etmişler, ancak uçaklarımız daha önceden meydan içinde dağıtılarak gizlenmiş olduğundan, atılan bombalar hasar meydana getirememiştir. Bu da, ufki dağılma ve gizleme yapılarak, beka tedbirlerinin alınışına güzel bir örnek teşkil etmiştir.

14-19 Mayıs 1915 günleri, güney cephemizdeki karşı taarruzumuzu desteklemek amacıyla; düşman çıkarma gemileri ve ordugahı bombalanmış Mayıs ayı başından itibaren sabit balon ile boğaz gözetlemesi ve topçu atış tanzimi ve birliklerimizi taciz eden manika balon gemisine taarruzlar yapılmış, her hava hücumunda gemi, balonunu toplayıp yer değiştirmek zorunda bırakılmıştır. Böylece bugün “yakın hava desteği” olarak bilinen görev tipinin basit bir uygulaması yapılmıştır.

25 Haziran’da; Arıburnu bölgesindeki düşman karargahı üzerine propaganda amacıyla 300 adet ingilizce yazılı bildiri atılmıştır. Bu görev, hava gücünün psikolojik harpte kullanılmasına ilişkin güzel bir örnektir.

30 Kasım 1915’te ise, Üsteğmen Ali Rıza, Teğmen Orhan’la beraber, Çanakkale girişinde karaya oturmuş bulunan bir düşman kruvazörüne taarruz etmek için görevlendirilmiştir. Tam bu esnada bir düşman uçağının yaklaştığı görülmüş ve yapılan hava muharebesinde Üsteğmen Ali Rıza fransız uçağını makinalı tüfek ateşiyle düşürmeyi başararak Türk havacılık tarihine ilk düşman uçağını düşüren pilot olarak geçmiştir.

Sonuç olarak;

Çanakkale Muharebeleri’nde, kahraman kara ve deniz kuvvetlerimiz gibi havacılarımız da, üstün silah ve teknik olanaklara sahip düşmanları karşısında, kendilerine düşen görevleri cesaret ve üstün görev bilinici içinde başarıyla icra etmişler ve resmi İngiliz harp tarihi kitaplarında:

“Harikulade müdafaasında yılmadan mücadele eden ve sonunda başaran düşmanımıza hayran kaldık” dedirtmişlerdir.

Çanakkale Muharebeleri’nin ileri görüşlü askeri önderleri yeni silahın gereksinimi olan strateji ve taktiklerin oluşturulmasına öncülük etmiştir. Bu kapsamda ulu önder Atatürk şöyle buyurmuştur:

“ GÖKLERDE BİZİ BEKLEYEN YERİMİZİ ALMAK ZORUNDAYIZ. YOKSA O YERİ BAŞKALARI İSTİLA EDER VE İŞTE O ZAMAN BU ÜLKE VE MİLLET ELDEN GİDER. HALBUKİ BİZ TÜRKLER, BÜTÜN TARİHİMİZ BOYUNCA HÜRRİYET VE İSTİKLALE ÖRNEK OLMUŞ BİR MİLLETİZ.

TAYYARECİLER! ŞUNU UNUTMAYIN Kİ YARININ EN BÜYÜK TEHLİKELERİ SEMALARDAN GELECEKTİR. BU SEBEPLE SİZLER DAİMA HAZIR BULUNMAYA VE O ŞEKİLDE YETİŞMEYE GAYRET EDECEKSİNİZ.”

Kara Savaşları


Çanakkale Savaşları’nda Deniz Harekâtı’nın başarısızlığı umutları Kara Harekâtı’na çevirmişti.Daha 1 Mart’ta Yunanistan, Gelibolu yarımadasını işgal etmek, mümkün olduğu takdirde İstanbul üzerine yürümek üzere İngiltere’ye üç tümenlik bir kuvvet önermişti. İngiliz ve Fransızlara kalsa öneri kabul edilebilirdi. Ancak Rus Çarı, İngiliz Büyükelçisi’ne, hiçbir şart altında Yunan askerinin İstanbul’a girmesine izin vermeyeceğini bildirerek bu tasarıyı önledi.

Londra’da ise, harekâtı Donanma yalnız mı yapsın, yoksa Kara Ordusu ile birlikte mi hareket etsin tartışması yapılmakta idi. Bir Kara Ordusuna ihtiyaç olduğunu savunanların arasında Lord Fisher geliyordu. Bununla beraber son karar, Savaş Bakanı (Harbiye Nazırı) Lord Kitchener’indi. O ise, ısrarla elinde birlik olmadığını söylüyordu, ama seçkin bir birlik olan ve İngiltere’de bulunan 29’ncu Tümen’e hiçbir görev verilmemişti.

Nihayet Mart’ta Kitchener Çanakkalecilerin tarafına kayarak 29’ncu Tümenin Ege’ye sevk edileceğini, Çanakkale’de bulunan Deniz Piyadelerine Gelibolu Yarımadası’nın temizlenmesinde yardım edeceğini açıkladı. Bu haber Fransa cephesinde buluna İngiliz Generallerinin öylesine büyük tepkisine yol açtı ki, Mareşal sözünü geri alarak 18 Şubat’ta bu birliğin yerine o sırada Mısır’da bulunan Avustralya ve Yeni Zelanda Tümenlerinin gideceğini bildirmek zorunda kaldı.

Askeri durumu tetkik için Çanakkale’ye gönderilen General Sir William Birdwood, 5 Mart’ta Kitchener’a gönderdiği raporda, Donanmanın tek başına Bağaz’dan geçemeyeceğine inandığını, kuvvetli bir ordunun karadan donanmayı desteklemesi gerektiğini bildiriyordu. Bu rapor Kitchener’in bütün tereddütlerini giderdi. 10 Martda 29’ncu Tümenin Ege’ye gönderileceğini açıkladı. Ayrıca bir Tümen de kendilerinin göndermeleri için Fransızları ikna edeceğini ilave ediyordu.

Böylece Mısır’daki Anzac Tümenleri ile birlikte 70 bin kişilik bir kolordu bu işe ayrılmış oluyordu.

Birdwood’un raporuna rağmen, hala donanmanın tek başına Boğazı geçebileceğini düşünenler vardı. Bu karışıklık içinde Kara kuvveti hazır olana kadar Donanmanın harekatını geri bırakmasını, bu suretle Kara ve Deniz Kuvvetlerinin müşterek harekata başlamasının en iyisi olacağını hiç kimse aklına getiremiyordu.

O sıralarda Londra’ya hakim olan bu kargaşalık ve belirsizliği, ne yapacağı belli olmayan Sefer Kuvveti’nin Komutanlığına yapılan atamadan anlamak mümkündür. Bu komutan, Kitchener’in Güney Afrika savaşlarından eski bir arkadaşı General Sir Ian Hamilton’du.

Donanma asıl saldırısını yapana kadar, Hamilton’un birlikleri işe karışmayacaktı. Eğer deneme başarıya ulaşmazsa Hamilton Gelibolu yarımadasına çıkarma yapacak, başarıya ulaşırsa yarımadaya zayıf bir kuvvet bırakıp doğrudan doğruya İstanbul üzerine yürüyecekti. Oradan İstanbul Boğazına çıkarılmış bir Rus Birliği ile birleşmesi umuluyordu.

Türk tarafı ise, 18 Mart’ta kazandığı zaferden dolayı kendisine olan güvenini tazelemiş, Çanakkale’nin Boğazlar’dan geçilemeyeceğini tüm dünyaya göstermişti. Bu zaferin ardından, Müttefiklerin kaçınılmaz kara harekâtına karşı Türk tarafı da son sürat hazırlıklara başlamıştı. Çanakkale ‘de 5. Ordu oluşturulmuş başına da Mareşal Liman von Sanders getirilmişti. Kıyılara dikenli tellerle çevriliyor, birlikler önemli yerlere yerleştiriliyor, müttefiklerin her hareketi gözleniyordu. Müttefik çıkarmasını bekleyen bir başka kişi ise 19. İhtiyat Tümeni’nin başında bulunan yarbay Mustafa Kemaldi.

Deniz Harekatı


“ Denizlere hakim olan dünyaya hakim olur.” düşüncesiyle hareket eden İngilizler, boğazları ele geçirmek için donanmanın yeterli olacağına inanıyorlardı. Bahriye Nazırı Churchill’in planları Akdeniz filosu komutanı Amiral Carden tarafından da desteklenince, Lord Fisher’ın şüpheli gördüğü bu harekatın donanma ile yapılmasına karar verildi. Tarihinde hiçbir yenilgi almamış olan İngiliz donanmasının silah, teknoloji ve başarı açısından kendine güveni tamdı. Dünyanın yenilmez donanması, Fransa’nın da desteği ile dünyanın en büyük armadasını oluşturuyordu. Bu donanmaya karşı gelebilecek hiçbir güç düşünülemezdi. Hele ki yıpranmış, teknoloji açısından zayıf ve parçalanmak üzere olan Osmanlı, bu armada ile asla baş edemezdi.
İtilaf Devletleri’nin deniz harekatı 19 Şubat 1915’te başladı. 13 Mart 1915’e kadar düşman gemileri tabyaları top ateşine tuttu, mayın tarama gemileri olabildiğince yol açtı. Boğazları zorlayarak geçebileceklerine inanan düşman kuvvetlerinin, kararlı ve dirençli bir karşılık almaları bu işin o kadar da kolay olmadığını gösteriyordu. Bir ay boyunca yapılan binlerce mermi atışının ardından çok da büyük bir gelişme elde edilememişti.

18 Mart’a kadar geçen bu dönemde boğazın girişinde bulunan Rumeli yakasındaki Seddülbahir ve Ertuğrul tabyaları ile, Anadolu yakasındaki Kumkale ve Orhaniye tabyaları tahrip edilmişti. Boğaza giriş kapıları aralanmış ama hala ilerde olacaklar belirsizdi.

Ve 18 Mart 1915 sabahı geldiğinde kimse günün sonunda neyle karşılaşacağını bilmiyordu.

17 Mart 1915’te Amiral Carden’in yerine Amiral De Robeck’in atanmasıyla 18 Mart da gerçekleşecek plan uygulamaya konuluyordu.

Plana göre; 18 Mart sabahı 3 deniz tümeninden oluşan düşman filosu boğazda belirdi. Filonun en güçlü gemilerinden oluşan 1. Tümen bizzat Amiral de Robeck tarafından kumanda ediliyordu.

Queen Elizabeth, Agamemnon, Lord Nelson muharebe gemileri ve Inflexible muharebe kruvazöründe oluşan 1. Tümen, saat 10:30’da boğazdan içeri girdi. Filonun önündeki muhripler savaş alanını tanıyorlardı. Planlanan noktaya ulaşıldığında Queen Elizabeth’in hedefi Rumeli Mecidiye Tabyası, Lord Nelson’un hedefi Namazgah Tabyası, İnflexible hedefi ise Rumeli Hamidiye Tabyası idi. “A Savaş Hattı” olarak adlandırılan bu plan 11.30’da uygulanmaya başlandı ve 11.30’da merkez tabyalarına ateş başladı.

Bu arada düşman gemileri Kumkale’den gelen tedirgin edici ateş hattına da girmişlerdi. Obüslerden üstlerine ateş yağıyordu. Yine de mesafe uzak olduğundan Türk bataryaları savaş gemilerine karşılık veremiyordu. Saat 12.00 sularında Çimenlik, Rumeli Hamidiye ve Anadolu Hamidiye ateş almıştı. B Hattı diye adlandırılan Amiral Guepratte komutasındaki 3. Tümen Suffren, Bouvet, Goulois, Charlemagne adlı dört Fransız gemisiyle Triumph ve Prince George adlı iki İngiliz muharebe gemisinden oluşuyordu. Plana göre bu tümen 1. Tümenin arkasından hareket geçti ve B hattı önündeki yerini aldı. Yavaş yavaş yaklaşan gemiler bu cesurane ilerleyişlerinde Türk bataryalarından düşen mermi ateşi altında B hattına vardılar. Şiddetli yapılan karşılıklı çatışmalarda aradaki bataryalar sustuysa da merkez bataryalar ateşe devam ediyorlardı. 900 yarda kadar içeri sokulduklarından şiddetli ateş bu gemilerin üzerine yağıyordu. 3. Tümene ait olan iki İngiliz gemisi Triumph ve Prince George A hattının kıç omuzluklarında yerlerini almış Rumeli Mesudiye ve Yıldız Tabyalarını hedeflemişlerdi.

Rumeli merkez bataryaları çok yoğun bir ateş altındaydı. Mermilerin çoğu tabyalar içine düşmüş, telefon hatlarını bozmuş, yangınlar çıkarmıştı. Rumeli Mecidiye tabyası topçuların şehit olması ile devre dışı kalmıştı.

Planın ikinci aşamasında Türk bataryaları üzerinde yeteri kadar üstünlük sağlanabilirse Albay Hayes Sadler komutasındaki 2. Tümen devreye girecekti. Ocean, İrresistible, Albion, Vengeance, Swiftsun ve Majestic’ten oluşan 2. Tümen, 3. Tümenin yerini alacak ve B Hattından son olarak yakın muharebe yapılarak Tabyalar içinde olmayıp mayın hatlarını savunan toplar tahrip edilerek bombardımandan hemen sonra mayın tarama işlemlerine başlanacaktı. Fakat 3. Tümenin yerini alacak 2. Tümen gelmeden önce beklenmedik bir şey oldu. Saat 14:00’e doğru Suffren büyük bir hızla boğazı terk etmekte ve Bouvet’de onu izlemekteydi. A hattını geçmek üzereyken Fransız gemisi Bouvet’de bir iki patlama oldu ve Anadolu Hamidiye tabyasınca ateş altındayken 3 dakikada suların altına gömüldü. Derin bir şaşkınlık yaşanıyordu. Queen Elzabeth ve Agamemnon dışındaki bütün gemiler ateşi kestiler. Muhripler ve istimbotlar personeli kurtarmaya gittiklerinde 20 kişi kurtarılabilmiş, 603 kişi sulara gömülmüştü. Bu arada 12.30 sularında Goulois isabet almış ve ağır yaralarla boğazı terk ediyordu. 15.30 sularında mayına çarpan Inflexible’ın durumu kötüydü ama yoğun çabayla Bozcaada’ya ulaştı. 2. Tümen İngiliz gemileri, 3. Tümenin yerini aldığında bu manzara ile karşılaşmıştı. Saat 14.30’da ateşe başlayarak 10 yardaya kadar yaklaştılar. Namazgah tabyasını bombardıman ediyordu. Saat 15.00’te Rumeli Hamidiye daha sonra da Namazgah aldığı isabetle savaş dışına kalmıştı.

Anadolu Hamidiye tabyası hasar görmemişti ve İrrisistible’a ateş ediyordu. Saat 15.14’de İrrisistible’ın yanında korkunç bir patlama duyuldu. Saat 16.15’te tabyalarda uzaklaşmak isterken bir mayına çarptı. Bu bölgede bir gece önce Nusret’in döktüğü mayınlar hiç hesapta yokken can alıyordu. Bölgenin mayınlı olduğunu anlayan Amiral de Robeck 2. Tümenin geri çekilmesi için emir verdi. 18.05’te geri çekilirken Ocean da mayına çarpmıştı. Güçlü top ateşine rağmen Ocean’ın personeli muhripler tarafından boşaltıldı.

18 Mart’ta yaşananlar şaşkınlık yaratmıştı. Lord Fisher gibi ordusuz bir donanmanın başarıya ulaşamayacağını söylayenler haklı çıkıyor, de Robeck ve Churchill gibi hala donanma ile boğazları zorlayıp İstanbul’a çıkılabileceği düşüncesi yeni hareket planları doğuruyordu.

Harp, Büyük Devletler, Çanakkale Muharebeleri


Son onbeş, yirmi yıl içinde özellikle A.B.D. ve İngiltere’de Sosyobiliyoji adı altında yeni bir ilim dalı pek revaçtadır. Bu ilim dalı (Sosyobiyoloji) sosyal davranışların biyolojik temellerini araştırmakta, yani sosyal davranışları biyolojik temeller üzerine oturtmaya çalışmaktadır.

Mücadele, kavga, harp de sosyal bir davranış türü olduğuna göre pek çok ilim adamı aynı türler içindeki ve farklı türler arasındaki kavganın ve mücadelenin biyolojik temelleri üzerinde araştırmalar yapmışlardır. Neticede kavganın, mücadelenin ve bu çerçevede saldırganlığın, savunmanın özellikle omurgalı canlıların hayatını düzenleyen-hayatına yön veren belli başlı unsurlardan biri olduğu şeklinde genel bir kanaate varılmıştır. Zaten hayatın mücadeleden ibaret olduğu da bilinen bir gerçektir.

Bu açıdan bakıldığında saldırganlık, coğrafî bir mevki (toprak, mekan, barınak, ev vs.) kazanmak ve cazip bir sosyal hiyerarşik pozisyon elde etme arzusunun sosyal tezahürüdür. Savunma ise elde edilmiş bulunan coğrafî mevkiinin ve sosyal pozisyonun muhafaza edilmesi ve daha da güçlendirilmesi hedefine dönük bir sosyal davranış türüdür. Zira insan olsun, hayvan olsun elinde bulundurduğu ve yeniden elde edeceği coğrafî ve sosyal mevkii sayesinde diğer veya kendi türlerine göre imtiyazlı hale gelirler. Bu imtiyazlardan istifade edenler, hayatta pek çok hususta özel kolaylıklara sahip olurlar. Bu imtiyazlar ve kolaylıklar onların yaşama imkanını ve mutluluk şansını daha da artırır. Bu çerçevede saldırganlığın-savunmanın (kavganın) biyolojik yani genetik bir temeli olduğu muhakkaktır. Zira hayatın her anında insan ve hayvan topluluklarında genellikle şu veya bu şekilde kavga (saldırganlık-savunma) görülmektedir. Bunun bir açıklaması olması gerekir. Bunun açıklamasını biyolojik temellere kadar götüren araştırmalar mevcuttur.

Kavga derken mutlaka savaşla (ölümle) neticelenen bir davranışı kastetmiyoruz. Bağırmak, kaş çatmak, korkutma, bazı güç gösterileri gibi hareketler kavganın bir başka yoludur. Öldürme (savaş) gayesi her zaman yoktur. Taraflardan biri mağlubiyeti kabul edebilir, galip onun hayatını bağışlayabilir. Bazen kaçmak, boyun eğmek de ilerdeki başarının ve yaşama şansını sürdürmenin bir aracıdır, özellikle insanlar, milletler arasında mücadele ve kavga bu tür davranışlarla yumuşatılmıştır.

Savaş en son müracaat edilen yöntemdir. Savaşta karşılıklı mukabele stratejisi esastır. Buna göre evvela kuvvet gösterisi taktiği, sonra bir tarafın şiddeti giderek artan tedrici saldırıcı taktiği, öbür tarafın ise şiddeti-direnci gittikçe artan tedrici reaksiyon-savunma taktiği uygulanır. Kısaca “şahin” taraf düşmanını Öl-dürünceye veya boyun eğdirinceye kadar saldırır, “güvercin” taraf savunur, geri çekilir, kaçabilir.

Vatan (toprak-coğrafya, mekan) mücadelesinde, kavgasında ev sahibi taraf genellikle “şahin”dir. Meşru hakkını koruyan toprak sahibi-ev sahibi, düşmanı kovar. Başkasının vatanına-toprağına saldıran şahin gibi görünse de esasen güvercin rolündedir; genellikle kavgayı terk eder. Fakat saldırganın bazen gücü araya girerse tabii mücadele-kavga kurallarını bozar. Tabiî ve eşit şartlar altındaki kavga-mücadele-seleksiyon kavgacılar lehine, korkaklar aleyhinedir. Teknik ve teknolojik donanımla bu denge bazen bozulabilir. İşten insanlar-milletler aklını kullanarak teknik ve teknolojiyi kullanarak kavgayı kendi lehine sonuçlandırmaya çalışırlar.

Fakat yanlış bir anlaşılmaya meydan vermemek için, hayatın esası barış ve sükûnettir. Kavganın istisna! bir davranış tarzı olduğunu belirtmekte fayda olduğu kanaatindeyiz.

Bu girişten sonra I. Dünya Savaşı’na ve onun bir parçası olan Çanakkale Muharebeleri’ne baktığımızda şu değerlendirmeyi yapmak mümkün görünmektedir.

İstisnaî de olsa kavga (saldırganlık-savunma) biyolojik temellere dayalı bir davranış türü olduğuna göre insanlığın, insan hayatının önemli bir parçasıdır, insanlığın laboratuarı olan tarih de bunun böyle olduğunu bize göstermektedir.

Dünyamız insanların, kavimlerin, milletlerin mücadele sahnesidir. Bu mücadelenin son halkası kavgadır, savaştır. Yer yüzündeki her millet bu kavganın içindedir. Fakat esas mücadele, büyük milletlerin arasında verilmektedir. Büyük milletler derken şunu anlıyoruz: Dünya hakimiyetine oynayan, dünya hakimiyetinde, medeniyetinde, kültüründe iddiası olan, bunu tarihte ispat etmiş olan milletleri kastediyoruz. Büyük millet olmanın ise objektif (somut) şartlan vardır. Coğrafya, nüfus, millî kültür gibi üç temel unsur milletlerin büyüklüğünün, potansiyelinin ölçüsüdür, llim-teknoloji, zenginlik ise milletleri güçlü yapan iki ana faktördür.

Tarihe, dünya siyasetine hem “büyük” (nüfus, coğrafya, millî kültür) hem de “güçlü” (ilim, teknoloji-zenginlik) olan milletler yön vermiş dünya bunlar arasında paylaşılmış, medeniyetleri, kültürleri bunlar etkilemiştir. Buna göre bir sınıflandırma yaptığımızda dünyada altı büyük millet vardır. Bunlar: Anglo-Sakson dünyasında İngilizler (İngiltere, A.B.D, Avustralya, Yeni Zelanda, Kanada vs.) Germen dünyasındaki Almanlar (Almanya, Avusturya vs.), Slav dünyasındaki Ruslar (Rusya, Polonya, Bulgaristan, Sırbistan, Karadağ vs.), Çin dünyasındaki Çinliler, Arap dünyasındaki Araplar (Suriye, Irak, Mısır, Ürdün, Libya, Fas, Tunus, Cezayir, Suudi Arabistan, Yemen, Sudan vs.), Türk dünyasındaki Türkler (Türkiye, Azerbaycan, Kazakistan, Türkmenistan, Kırgızistan, Özbekistan, Kuzey Kıbrıs vs.), Latin dünyasında Fransızlar, İtalyanlar vs. vardır.

Bu büyük kavimler arasında ilim-teknolojiyi ve zenginliği yakalayan milletler, büyük güçleri temsil etmişlerdir. Ancak ilim, teknoloji-zenginlik gibi iki temel güç unsurunu, ebediyen elde tutmak, hiç bir millete nasip olmamıştır: Bu unsurlar gelip-geçici olmuştur. Bazı çağda, bu iki unsur bir veya birkaç milletin elinde iken, öbür çağda, başkalarının eline geçebilmiştir. XV. ve XVI. yüzyıllarda bu güç Türkler’in elindedir. Bu bakımdan, daima büyük millet olan Türkler aynı zamanda da büyük güçtüler. Sonra bu gücü kaybetmişlerdir. Arkasından bu gücü İngilizler yani Anglo-Saksonlar, Germenler, Slavlar, Latinler ele geçirmişlerdir. Son birkaç yüzyıl içinde, güç-kuvvet bunların elindedir. Bu yüzden bunlara Düvel-i Muazzama (Büyük Devletler) denmiştir. Bunların dışında nicelik ve nitelik yönünden orta ve küçük çapta pek çok devlet vardır. Ancak bunların dünya siyasetinde, hakimiyetinde iddiaları yoktur. Bunlar şahin, kartal, aslan rolünden ziyade serçe, karga, akbaba, tilki, çakal ve papağan rolüne talip görünürler. Bununla beraber her biri kendi çapında saygı duyulacak birer kültürel varlıktırlar.

XX. yüzyıl başlarında dünya siyasetine baktığımızda manzara şudur: Büyük milletler ve büyük güçler kendi aralarında dünyayı paylaşma yansına girmişlerdir. Bu yarışta, sahnede Latin, Anglo-Sakson, Germen, Slav dünyası sıradadır, önce kendi aralarında, kavmî-ırkî rekabet, sonra Ortodoks, Katolik, Protestan, Anglikan gibi mezhebi rekabet vardır. Ayrıca dinî alanda Müslüman-Hıristiyan rekabeti-mücadelesi de söz konusudur. İslam dünyasında da, Türk-Arap bir blokta gibi görünse de, temelde kendi aralarında, Türk-Arap-Fars çelişkisi de söz konusudur. Kısaca her din, her mezhep, her millet veya her devlet kendi prestijini, kendi ekonomik, siyasî, stratejik menfaatini artırma ve dünyada daha iyi coğrafî ve sosyal mevkiî elde etmek peşinde olduğu bilinen bir gerçektir.

Ancak burada şunu hatırlatmakta şüphesiz fayda vardır: Bu rakip devlet ve milletler içinde Germenler, Anglo-Saksonlar, Latinler, Slavlar büyük millet-devlet oldukları halde Osmanlı Devleti (Türkler) sadece büyük millet olup, büyük güç olma özelliğini yitirmişti. Halbuki Türkler aynı zamanda İslam dünyasının temsilcisi durumundaydılar.

İşte I. Dünya Savaşı büyük devletler, kavimler veya büyük güçler arasında bir hesaplaşmadır. Bu savaşta hem Hıristiyan dünyasındaki güçler, hem Hıristiyan-Müslüman dünyası, hem de Türkler-Araplar kendi aralarında hesaplaşma mücadelesine girişmişlerdi. Her biri dünyadan fazla pay alma, hakimiyetini artırma, üstünlüğünü kabul ettirme peşindeydi.

Neticede savaşa tutuştular. Böylece I. Dünya Savaşı patlak verdi. Bu savaşın öncekilerden önemli dört farkı vardı;

1 - Tahmin edilenden daha fazla, yani dört yıl sürdü. Dolayısıyla stratejik bir yıpratma savaşına dönüştü.

2 - Coğrafî bakımdan çok geniş bir sahaya yayıldı.

3 - İştirak eden insan sayısının çokluğu bakımından önceki savaşlardan farklıydı.

4 - Zamanla topyekûn harp halini aldı.

İşte Çanakkale Muharebeleri böyle büyük bir savaşın önemli bir safhasıdır. Çanakkale’de Anglo-Sakson dünyasının temsilcisi İngiltere, Latin dünyasının temsilcisi Fransa, aynı zamanda da Hıristiyan dünyasının temsilcileri olarak Çanakkale’de idiler. Karşılarında hem Türk dünyasının, hem de İslam dünyasının temsilcisi Osmanlı imparatorluğu, yani Türkler vardı.

Fransa ve İngiltere büyük güç ve büyük millet olarak dünya hakimiyeti için Türklere, yani İslâm dünyasının önderi Osmanlı’ya saldırıyordu. Hedefleri ne idi? Ne için savaşıyorlardı? Görülen hedefi ve menfaati dünya hakimiyeti idi. Ancak Çanakkale’deki askerleri ne için savaştıklarının farkında değildiler.

Türkler ne için savaşıyorlardı? Meşru haklarını savunmak için, vatanlarını müdafaa için, canlarını, mallarım, namus ve şereflerini muhafaza etmek için savaşıyorlardı. Türkler bu bakımdan “şahin” olmak durumunda idi; oldular da düşmanı kovuncaya kadar dayandılar. Bu dayanma - savunma, darbe vurma davranışı Türklerin genetik yapılarının gereğidir. Türkleri, “ordu millet” yapan sebep, onların biyolojik yapılarından kaynaklanmaktadır.
Türklerin meşru, biyolojik, manevî üstünlükleri, Fransız ve İngilizlerin teknolojik-maddî üstünlükleri vardı. İşte Çanakkale’de çarpışan unsurlar bunlardı. Neticede Çanakkale’de meşru hak, biyolojik özellik, manevî üstünlük, maddî gücü yenmiş, haksız saldırıyı durdurmuştur.

Bu savaşların dünya tarihi-siyaseti açısından önemine gelince;

1 - Türkler’in dünya hakimiyetinde hâlâ var olduğunu ve büyük millet rolünü oynamaya devam ettiğini göstermiştir.

2 - İslâm dünyasını Türkler’in temsil ettiğini ve İslam’ın üstünlüğünü ispat etmişlerdir.

3 - Anadolu ve Trakya’nın, Türkler’in vatanı olduğunu dünyaya kabul ettirmiştir. İstiklâl Harbi’nin kazanılmasında bu inancın önemli rolü olmuştur.

4 - Millet - Devlet - Coğrafya arasındaki sıkı ittifakın savaştaki önemini ortaya koymuştur.

5 - Arapların Türklere karşı tutumuyla İslam dünyasında meydana gelen önemli çatlağı sergilemiştir.

6 - Emperyalist Hıristiyan güçlerin, gerektiğinde mağlup edilebileceğinin göstergesi olmuştur.

7 - Rusya’daki komünist ihtilâlin çıkışını kolaylaştırmakla, Hıristiyan Slav dünyasının, Hıristiyan kapitalist dünyadan ayrılmasını sağlamıştır.

8 - Bütün bunlara rağmen Türk ve İslam dünyasının müesseseleşmiş temsilcisi Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasını engelleyememiştir. Böylece İslam ve Türk Dünyası, büyük güç olmaktan çıkmış ve kendi kabuğuna çekilmiş, parçalanmıştır.

9 - Çanakkale Muharebeleri Mustafa Kemal’i tarih sahnesine çıkarmış; dolayısıyla Anadolu Türklüğünün ve Müslümanlığının istiklâlini sürdürmesine, yani TÜRK İSTİKLÂL HARBİ’nin kazanılmasına ve TÜRKİYE CUMHURİYETİ DEVLETİ’nin kurulmasına yol açmıştır.

“Keskin nişancı Türk kadınları”

“Keskin nişancı Türk kadınları”
ÇANAKKALE CEPHESİNDE KADIN SAVAŞÇILARIMIZ
Anzac askerlerinin Çanakkale’de siperlerde yazdıkları günlük ve mektuplarda ..J. C. Davies adlı bir asker annesine yazdığı mektupta şöyle demektedir: “... Vurulduğum 18 Mayıs günü, keskin nişancı bir Türk kızı vardı. Güzel, iri yapılı ve 19-21 yaşları arasında görünüyordu. Günün uzunca bir bölümünde sürekli olarak ateş etti. Gerçi bir çok adamımızı vurdu ama gün bitiminden önce Avustralyalı bir asker tarafından vurulunca, gene de üzüldüm. Ölüsünü ele geçirdiğimizde yanında bir Türk erkeğinin cesedini de bulduk. Kadının vücudunda tam 52 kurşun vardı... Bu savaş korkunç”